14 Haziran 2018 Perşembe

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR. -"ANKARA KALESİ (110)"- Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


ANKARA KALESİ (110)
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


Dünya her geçen küresel sermayenin yeryüzü imparatorluğu oluşturma doğrultusundaki zorlamaları ,baskıları,saldırıları ,tehditleri ve işgalleri yüzünden sıcak çatışmalara daha fazla sürüklenirken , evrensel barış ortamı giderek ortadan kalkmakta ve insanlık iki büyük dünya savaşı macerasından sonra üçüncü bir büyük savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır . Birinci dünya savaşının çok kanlı geçmesi nedeniyle ,insanlığı temsil eden büyük devletlerin öncülüğünde yirminci yüzyılın başlarında Milletler Cemiyeti adı altında bir uluslar arası örgüt kurulmuş ve bu doğrultuda ikinci bir dünya savaşı çıkmasını engellemek üzere insanlık seferber olmuştur . Ne var ki ,bütün çabalara rağmen Milletler Cemiyeti örgütü zayıf kalmış ve Hitler üzerinden geliştirilen yeni bir proje ile dünya ikinci cihan savaşına sürüklenmiştir . İki büyük dünya savaşı Avrupa topraklarında cereyan edince batılılar ,üçüncü kez bir cihan savaşı ile karşılaşmamak üzere , Milletler Cemiyeti deneyinden yararlanarak daha ciddi ve güçlü bir uluslar arası örgüt olarak Birleşmiş Milletleri kurmuşlardır . ABD ikinci dünya savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunurken , bu konumunu bütün devletlere kabül ettirebilmek üzere Birleşmiş Milletler örgütlenmesini kullanmış ve bu uluslar arası kuruluş üzerinden dünyayı yönlendirme politikalarını geliştirmeğe başlamıştır . Böylesine bir evrensel örgütün kurulmasına giden yolda ,Hitler Almanya’ sı öncülüğünde geliştirilen faşist cepheye karşı ,bir Atlantik insiyatifi , ikinci dünya savaşının tam ortalarında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinin bir araya gelerek Atlantik bildirisini ilan etmeleri ilk adım olmuş daha sonra da Çin ve Rusya’nın öncülüğünde imzalanan Moskova Bildirisi , dünya uluslarının evrensel bir örgütün çatısı altında bir araya gelmelerini sağlayan ikinci adım olmuştur .

İkinci dünya savaşının son yılında önce bir Amerikan kentinde daha sonra da Rusya’nın Kırım yarımadasında bir araya gelen büyük devletler , aralarında anlaşmaya vardıktan sonra 26 Haziran I945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütünü kuran uluslar arası antlaşmayı imzalayarak , insanlığın ortak bir çatı altında bir araya gelebilmelerini sağlayan resmi gelişmeyi tamamlamışlardır . Bu örgütün öncüsü olan dört büyük ülke olarak ABD,İngiltere,Rusya ve Çin aralarına beşinci büyük ülke olarak Fransa’yı da alarak Birleşmiş Milletler örgütünün üst yönetim organı olan Güvenlik Konseyinin beş sürekli üyesi olmuşlardır . Birleşmiş Milletler ,resmi adında ulusların birliği olarak adlandırılmasına karşılık ,antlaşmanın giriş bölümünde halkların birliği olarak tanımlanmakta ama gerçek olitik yaşamda bir devletler birliği olarak hareket etmekte ve her devleti de kendi hükümeti bu örgütün çatısı altında temsil etmektedir .Başlangıçta elli ülkenin katılması ile kurulan bu uluslar arası örgüt daha sonra bağımsızlığını elde eden eski sömürgelerin devlet olarak başvurmasıyla ve bazı devletlerin bölünmesinden sonra ortaya çıkan yeni devletlerin başvurmasıyla günümüzde 220 devletten oluşan bir uluslar arası kuruluş konumuna gelmiştir . Avrupa sömürgelerinin bağımsız devletler haline gelmesi , Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin de Birleşmiş Milletler üyesi statüsü kazanmalarıyla beraber bu örgüt neredeyse bütün dünyayı kucaklayan ve her devleti çatısı altında toplayarak bir anlamda dünya devletlerinin bağlı olduğu bir çeşit üst dünya devleti konumuna gelmiştir . Uluslar arası alanda bir dünya düzenin kurulması ,Birleşmiş Milletlere bağlı örgütler aracılığı ile çeşitli alanlarda düzenlemeler yapılarak ve uluslar arası protokollar hazırlanarak evrensel bir hukuk düzeni yaratılmak istenmiş ,örgütün genel kurulu,güvenlik konseyi ve bağlı kuruluşların üst yönetimlerinin aldığı kararlar üzerinden küresel bir dayanışma ortamı sağlanmağa çalışılmış ve bu doğrultuda uluslar arası bir insiyatif geliştirilerek ülkeler ve milletler arasındaki çekişmelere ve problemlere çözümler bulunmağa çalışılmıştır .

Birleşmiş Milletler çatısı altında çeşitli uluslar arası kuruluşlar oluşturulmuş ve Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde bu kuruluşların kendi alanlarında etkin çalışmalar yapmaları sağlanmıştır .Uluslararası çalışma örgütü ,Uluslar arası eğitim,bilim ve kültür örgütü ,Dünya Sağlık örgütü ,Uluslar arası kalkınma birliği ,uluslar arası imar ve kalkınma bankası , Dünya fikri mülkiyet örgütü ,Uluslar arası atom ajansı , Dünya posta birliği, Dünya gıda örgütü ,uluslar arası yerleşim birimi ,Çevre sorunları örgütü ,Uluslar arası kalkınma programı ,Mülteciler Yüksek Konseyi , Uluslar arası insan hakları yüksek konseyi ,Uluslararası maliye örgütü,Uluslar arası denizcilik kurumu gibi kuruluşlar ,Birleşmiş Milletlere bağlı olarak bu örgütün aldığı kararlar ve yönlendirmesi doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek bir dünya düzeninin oluşumuna kendi alanlarındaki etkinlikleri ile katkıda bulunmağa çalışmaktadırlar . Uzmanlık kuruluşları aynı zamanda kendi alanlarının sorumlusu olarak da Birleşmiş Milletlerin gereksinme duyduğu konularda çalışmalar yaparak örgütün etkinliğinin artmasına ciddi katkılarda bulunmaktadırlar . Otuzdan fazla uluslar arası kuruluşu çatısı altında örgütleyen Birleşmiş Milletler bir anlamda dünya devleti boşluğunu doldurmakta ve yerkürede yaşayan yedi milyar insan ile 220 devleti ortak bir yönetime doğru götürerek küresel barış ortamının istikrarlı bir doğrultuda sürdürülmesine sağlamaktadır . Çalışmalar sırasında bazı yeni alanlarda boşluk görülürse , Birleşmiş Milletler örgütü genel kurul kararı ile kendisine bağlı olarak çalışacak yeni uluslar arası kuruluşlar örgütleyebilmektedir .

Bütün üye devletlerin tek bir temsilci ve oy ile temsil edildiği genel kurul örgütün hem tartışma hem de karar organıdır . Dünya kamuoyunu ilgilendiren bütün konular ilgili devletler ya da uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile Birleşmiş Milletler çatısı altına getirilerek her yönü ile tartışılmaktadır . Belirli gündem ile yapılan genel kurul toplantılarında dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren bütün uluslar arası meselelerde tartışmalar yapılır ve ilgili tarafların görüşleri alındıktan sonra sorunların çözümü doğrultusunda genel kurul kararları alınır . Normal koşullarda devletler için alınan kararlar tavsiye niteliğindedir ama kritik ve acil konularda Birleşmiş Milletler genel kurulu kesin bağlayıcı kararlar alarak , tehlikeli ve zarar verebilecek durumların önlenebilmesi doğrultusunda hareket edebilir . Genel sekreterliği bağlı olarak görev yapan çeşitli komisyonlar uzman kişilerden oluşturularak sorunların incelenmesi ve komisyon raporları ile beraber genel kurula getirilmeleri sağlanmağa çalışılır . Evrensel barışın korunması ve örgütün üst düzeyde yönetilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyidir . Onbeş üyeden oluşan bu konseyin beş sürekli üyesi ,öncü beş büyük devlet olarak belirlenmiş ve on üyelik de iki yıl için seçilen geçici devlet temsilcilerinden oluşturulmuştur . Beş kurucu sürekli üyenin veto hakkının bulunması zaman zaman güvenlik konseyini karar veremez durumlara getirmiştir ama gene de örgütün ağırlığı sorunların çözüme kavuşturulmasında etkili olarak , uluslar arası ihtilafların örgüt çatısı altında sonuçlandırılmaları sağlanabilmiştir . Sosyalist blok zamanında Sovyetler Birliğinin sürekli veto mekanizmasını kullanması nedeniyle güvenlik konseyinden karar alınamaz gibi durumlar ortaya çıkmıştır .Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra , Güvenlik konseyi daha rahat çalışma olanağı bulmuştur ama gene de büyük devletlerin birbirlerinden ayrılan politikaları yüzünden konsey karar alamaz durumlara düşmüştür . Güvenlik konseyinden ayrı olarak vesayet yönetiminin yürütüldüğü ülkeler için bir vesayet konseyi ve dünya ülkelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için de ekonomik ve sosyal konsey Birleşiş Milletlerin çalışmalarında önde gelen hizmetler yapan ilgili birimlerdir . Uyuşmazlıkların ya da çeşitli ihtilafların barışçı çözüme kavuşturulması genel kurul ya da güvenlik konseyi kararları ile sağlanmağa çalışılmış,üye devletlerin dikkatli çalışmaları ve hoşgörülü tutumları sayesinde barışçı sonuçlar elde edilebilmiştir .

Barışa karşı tehdit ya da normal barış ortamının bozulması gibi durumlarda Birleşmiş Milletler örgütü otomatikman dereye girerek , Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda çeşitli önlemleri ya da yaptırımları devreye sokarak yeniden barış ortamına dönüşü sağlamağa çalışmaktadır . Konsey ,uluslar arası hukuka aykırı bir doğrultuda saldırı ya da tehdit durumlarını belirlerse o zaman devreye girerek taraflara önce tavsiyelerde bulunur ,taraflar bunlara uymazsa o zaman çeşitli yaptırımlar gene konsey kararı doğrultusunda devreye sokulabilir . Gelişmekte olan ülkelere her türlü yardımın yapılması , bu ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılanmalarının geliştirilmesi ,bütün dünya ülkelerinin ortak insanlık ortamına kazanılabilmesi için Birleşmiş Milletler örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirmeğe çalışmakta ve özellikle insan hakları alanında çeşitli mağduriyetlerin giderilmesi için yetkili uzmanlar aracılığı ile hukuksal altyapının kurulabilmesi doğrultusunda hukuk yardımları da düzenli olarak yapılmaktadır .Her türlü sorunun aşılabilmesi ve çeşitli sorunlarda etkili çözümler üretilebilmesi için Birleşmiş Milletler özel fonu kullanılmakta ,Birleşmiş Milletler kalkınma konferansları aracılığı ile de geri kalmış ülkelerin hızla dış dünyaya açılabilmeleri ve ileri ülkeler seviyelerine gelebilmeleri için çeşitli uluslar arası girişimler planlı ve düzenli olarak yürütülmektedir . Bu gibi çalışmaları ile Birleşmiş Milletler bir anlamda bütün dünya ülkeleri için ve özellikle geri kalmış devletler açısından bir can idi ya da kurtarıcı konumundadır . Yirmi birinci yüzyılda yedi milyarlık dünyada bir çok sıcak sorun bulunmasına rağmen , insanlığın yoluna gene de barış ortamında devam edebilmesi Birleşmiş Milletlerin varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir . Dünyanın bir çok yerdinde sıcak çatışmaya dönüşen yerel ya da bölgesel sorunların bir büyük dünya savaşına dönüşmesi Birleşmiş Milletler aracılığı ile önlenerek üçüncü dünya savaşına giden yolun önü şimdilik kesilebilmektedir ,ne var ki büyük devletlerin ve güç merkezlerinin asılmaları ve de zorlamaları yüzünden zaman zaman Birleşmiş Milletlerin gücü de sınırlı kalabilmekte ve bu uluslar arası kuruluşun otoritesi güçler arası çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önlemekte yetersiz kalabilmektedir .

Birleşmiş Milletler , ikinci dünya savaşı sonrasında kurulduktan sonra yirminci yüzyıl içerisinde yarım yüzyıllık bir çalışma dönemini geride bırakarak üçüncü bn yıla girerken bir milenyum bildirisi yayınlamıştır . Daha zengin,barışçı ve adil bir dünya için açıklanan bu bildiride insan onuru ,eşitlik ve haklılık ilkelerine sahip çıkılmış, daha adil bir dünyada sürekli barış ortamında ve bütün insanlığın refah ortamının getirdiği zenginliklerden yararlanabilmeleri açıkca bir dilek olarak ifade edilmiştir . Devletlerin eşit egemenliği,toprak bütünlüğü,sınırlarının dokunulmazlığı,bağımsız statüleri resmen tanınmış,insan haklarına saygı ile beraber devletlerin iç işlerine karışılmaması ,uluslar arası işbirliği çerçevesinde bütün sorunların adil çözümlere kavuşturulması kabül edilmiştir .İnsanlığın ortak geleceği için sürekli çaba göstermek gerektiği vurgulanırken ,bütün dünya halklarının daha iyi bir durumda olabilmeleri için küreselleşmenin önemi üzerinde durulmuştur . Özgürlük, eşitlik ,hoşgörü, dayanışma ,doğaya saygı ilkeleri doğrultusunda bütün insanlığın ortak sorumluluğu bulunduğu ve bunun dünya devletleri tarafından paylaşılması gerektiği dile getirilmiştir . İnsan kitlelerinin yok edecek silahlardan kurtulmak,bu doğrultuda yürütülecek silahsızlanma girişimleri ile uluslar arası barışın güvenlik altına alınması gerektiği belirtilmiştir . Anlaşmazlıkların barışçı yollardan önlenmesi,silahlı çatışmalara meydan verilmemesi ,silahların denetimiyle beraber silahsızlanmanın desteklenmesi ,uluslararası terörizm,kaçakcılık ve uyuşturucu sorunlarının çözümü için güçlü bir işbirliğinin sağlanması önerilmiştir . Nükleer silahların sınırlandırılması ,uluslar arası kuruluşların denetimi altına alınması .Birleşmiş Milletlerin bu konuda öncü girişimlerde bulunması gerektiği açıkca savunulmuştur . Yoksulluk,yolsuzluk ve işsizlikle ciddi plan ve programlar doğrultusunda mücadele edilmesi gerektiği ,kalkınma ve daha iyi bir yaşam düzenine sahip olmanın herkes için bir hak olduğu ifade edilirken , en az gelişmiş ülkeler için Birleşmiş Milletlerin özel bir konferans örgütlenmesine gideceği ilan edilmiştir .Geri kalmış ülkelerin borçlarının silinmesi ya da uzun vadeli ödeme programlarına bağlanması , kalkınma yardımlarından olabildiğince fazla düzeyde yararlandırılmaları ,bazı ülkeler için sahip oldukları özel koşullar nedeniyle farklı kalkınma programlarından yararlandırılmaları gerekliliği ,herkese ulaşılabilir temiz suyun ve gıdalar ile ilaçların sağlanması ,salgın hastalıklar ile uluslar arası alanda güçlü programlar doğrultusunda mücadele edilmesi ,iletişim ve teknoloji alanınında meydana gelen hızlı değişimlerden halk kitlelerinin olabildiğince yararlandırılmaları ,ortak çevrenin elbirliği ile korunması ,ormanların ve yeşil alanların doğal yapılarının korunması ,kuraklık ve çölleşme ile mücadele edilmesi ,demokrasi ve insan haklarının her açıdan korunması ve desteklenmesi ,her türlü ayırımıcılığın önlenmesi ,kadınların,çocukların ve zayıf insanların korunmaları ,sivil toplum kuruluşlarıyla beraber halkların ve göçmenlerin de korunmaları , Afrika kıtasının geri kalmış koşullarının dikkate alınarak Afrika ülkeleri için özel koruma ve destek programlarının geliştirilmeleri gerektiği üçüncü bin yılın başında genel kurul kararı ile ilan edilen milenyum bildirisinde açıkca ifade edilmiştir .

Birleşmiş Milletlerin gerektiği gibi çalışabilmesi ve kendisinden beklenen kamu hizmetlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi gerektiği Milenyum bildirisinin son kısmında dile getirilmiştir . Birleşmiş Milletler genel kurulu kararı ile bu bildiri dünyaya açıklanırken örgütün amaçları ve fonksiyonlarının gerçekleşebilmesi doğrultusunda her türlü çabanın gösterileceği ve hiçbir özveriden çekinilmeyeceği insanlığa bir söz verilme biçiminde açıklanmıştır . Merkezi organ olarak genelkurulu daha güçlü bir konuma getirmek ,güvenlik konseyinde her açıdan kapsamlı bir reformun yapılması,ekonomik ve sosyal konseyin ana sözleşmede belirtilen görevlerini yerine getirebilmesi için daha güçlü bir duruma getirilmesi ve uluslar arası işlerde adaleti ve yasa egemenliğini sağlayabilmek için uluslar arası adalet divanın daha güçlü bir konuma getirilmesi gerektiği , görev ve sorumlulukların daha etkili bir biçimde yerine getirilebilmesi için Birleşmiş Milletlerin esas organlarında danışma ve eşgüdüm yöntemlerinin geliştirilmesi ve bütünüyle Birleşmiş Milletlerin daha güçlü bir düzende çalışabilmesi için gerekli olan maddi kaynakların bütün üye ülkelerin katkıları ile sağlanması zorunluluğu ,sekreterlik makamının bütün örgütün işleyişini etkili bir biçimde sağlayacak derecede güçlendirilmesi ve Birleşmiş Milletlere bağlı olan uzmanlık kuruluşlarıyla beraber diğer uluslar arası kuruluşlar arasında daha düzenli ve etkili bir çalışma düzeninin kurulması gerektiği ,bütün uluslar arası kuruluşlar arasında barış ve güvenliğe dayanan daha istikrarlı bir çalışma ortamının yaratılmasının yararlı olacağı ,insanlık ailesinin gelecekte daha gelişmiş ve insan onuruna yaraşan bir yaşam düzenine sahip olabilmesi için ve evrensel barış ile işbirliğinin süreklilik kazanabilmesi açısından Birleşmiş Milletlerin vazgeçilemez bir uluslar arası örgüt olduğu ve bu bildiride geleceğe dönük olarak belirtilen hedefler doğrultusunda örgütün çalışıp çalışmadığının genel sekreter raporları ve genel kurul kararları ile belirlenmesi gerektiği , üçüncü binyıl bildirisinin son kısmında belirtilerek , genel kurul üyelerinin bu bildiride dile getirilen bütün yenilikler için kesintisiz destek vereceği dünya kamuoyuna karşı bir söz olarak verilmiştir . 8 Eylül 2000 tarihinde resmen ilan edilen üçüncü bin yıl bildirgesi doğrultusunda Birleşmiş Milletler örgütü ele alındığında ,bu uluslar arası örgütün geleceği açısından çok ciddi bir reform gereksinmesi bulunduğu bizzat örgütün üyeleri ve yönetim organları tarafından resmen ilan edilmiştir . Ne var ki aradan on yıldan fazla bir zaman dilimi geçmesine rağmen Birleşmiş Milletlerde milenyum bildirisinde belirtilen hedefler doğrultusunda yeniden yapılanmağa dönük olarak herhangi bir adımın atılamadığı anlaşılmıştır . Bu büyük uluslar arası örgütün hem ana yapısında hem de çalışma düzeninde köklü reformlar gerekirken , üye devletlerin özellikle de güvenlik konseyinin sürekli üyesi olan öncü beş büyük devletin aralarında anlaşamamaları yüzünden Birleşmiş Milletler de reform girişimleri bir türlü sonuç vermemiş ve her geçen gün artan çalışma temposunun getirdiği gereksinmeler giderek tırmanırken ,bir türlü yeniden yapılanmaya yönelik yeni adımların atılamadığı görülmüştür . İkiyizü aşkın üye devletin temsilcileri genel kurul salonunda çeşitli dünya sorunları için bir araya gelebilmelerine rağmen ,bu birlikteliklerden ya da genel kurul toplantılarından Birleşmiş Milletler örgütünü yeniden yapılandıracak yenilikçi girişimlerin ,güvenlik konseyi üyesi büyük devletlerin bir türlü anlaşamamaları nedeniyle gerçekleşemediği anlaşılmaktadır . Ayrıca geçen zaman içerisinde bazı ülkelerin güçlenerek öne çıkmaları , diğerlerinin güç kaybederek gerilemeleri dünya dengelerini değiştirdiği için gelinen yeni aşamada farklı bir uluslar arası konjonktür Birleşmiş milletleri etkilemekte ve bu örgütün çalışmalarının yetersiz kalmasına neden olmaktadır . Yıllardır yşanan sorunların çözümsüz kalması ve zaman içerisinde bunlara yenilerinin eklenmesiyle bazen Birleşmiş Milletler gibi büyük bir örgütten istenen çalışmaların ya da kararların çıkmadığı görülmekte ve bu durumdan da bütün dünya ülkeleri zarar görmektedir .

Birleşmiş Milletler örgütü soğuk savaş döneminde canla başla çalışarak üçüncü dünya savaşını engellemekte başarılı olmuştur . Ne var ki , küreselleşme dönemine geçilmesiyle beraber Dünya Ticaret Örgütü adı altında yeni bir uluslar arası kuruluşun ABD öncülüğünde küresel sermaye ve bu yapıya bağlı uluslar arası tekelci şirketlerin desteği ile devreye girmesi üzerine Birleşmiş Milletlerin çalışma düzeni bozulmuş ve özellikle ekonomik ve sosyal açıdan engellenmiştir .GATT adı altında eskiden çalışmalarını sürdüren Dünya Gümrük Tarifeleri Birliği Urugay Raund görüşmelerinin sonunda Merakeş Deklarasyonun ilanı üzerine kurulmuş olan Dünya Ticaret Örgütü ekonomiye ticaret üzerinden el koyarak Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal fonksiyonuna karşı çıkan ve bunu sınırlayan bir karşı mekanizmayı devreye sokmuştur . İkinci dünya savaşı sonrasında ABD merkezli yeni dünya düzeni içerisinde Uluslar arası Para Fonu ile Dünya Bankası Bretton -Woods Antlaşması doğrultusunda ABD’ye bağlı bir çalışma düzeni içerisinde olmuşlar ve Amerikan devleti bu kendine bağlı uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile ekonomik ilişkiler üzerinden bir dünya hegemonya düzeni oluşturabilmiştir . Birleşmiş Milletlerin hem öncüsü hem de kurucusu olan ABD’nin bu uluslar arası kuruluşun dışında ve kendi kontrolu altında böylesine emperyal bir uygulamaya girmesinden hem bütün dünya ülkeleri hem de evrensel bir dünya devleti boşluğunu doldurmağa çaba harcayan Birleşmiş Milletler örgütü çok ciddi boyutlarda zarar görmüştür . ABD Uluslar arası Para Fonu aracılığı ile dünya ülkelerini borç batağına sürükleyerek ve düşürerek bunların çökmesine ve iflas etmesine yol açmış ve ondan sonraki aşamada sömürgeciliğe yönelerek yeni bir tür süper emperyalizmi küreselleşme görünümü altında beş kıtaya yaymağa çalışmıştır . Dünya Bankası programlarını da İMF reçeteleri ile beraber devreye sokan ABD ,İsrail destekli siyonist lobiler aracılığı ile bir tür süper emperyalizmi örgütlerken Birleşmiş Milletleri görmezden gelmiş ve bu büyük uluslararası kuruluşun kararlarını hiçe sayabilmiştir . Soğuk savaş sonrasında ABD’nin öncülüğünde ve dayatmasıyla küreselleşme aşamasına geçilirken , küresel sermaye ABD’nin koruması altında bütün dünyaya egemen olabilmenin yollarını arıyordu . Ticaret ve ekonomi üzerinden Dünya Ticaret Örgütü yeni dönemde dünyanın merkezi konumuna getirilirken ,Birleşmiş Milletler örgütü by-pas ediliyordu . Uzun yıllar dünyanın ekonomik sorunları Birleşmiş Milletler çatısı altında ele alınırken ve bu örgüt özel olarak kendi çatısı altında ekonomik ve sosyal konseyi kurarak her türlü ekonomik soruna sosyal boyutları ile yaklaşım geliştirmeğe çalışırken ,Dünya Ticaret Örgütü uluslar arası tekelci şirketlerin oluşturduğu bir finans kapital yapılanması doğrultusunda öne çıkıyor ve küresel alanda yeni bir örgütlenmeyi kapitalist enternasyonel olarak yapıyordu . Böylesine bir süreç içinde Amerikan devleti Amerikan halkının insiyatifinin dışına çıkarak ,Federal Rezerv denilen küresel sermayenin kontrolu altına giriyor ve finans kapitalin çıkar düzenini bütün dünya ülkelerine askeri,siyasi ve ekonomik gücü ile dayatıyordu . Birleşmiş Milletler çatısı altında eşitlikçi ve dengeli bir dünya devleti arayan halk kitleleri ve devletler ,Dünya Ticaret Örgütü üzerinden böylesine büyük bir emperyal kıskaç ve saldırı ile karşı karşıya kalınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı .

Soğuk savaş sonrasında küresel sermayenin küreselleşmeyi bir süper emperyalizm olarak bütün dünya ülkelerine dayatması üzerine ,Birleşmiş Milletlerin yeniden güçlendirilerek devreye girmesi,bozulan dengelerin eskisinden güçlü olarak tekrar tesisi için acil ve zorunlu görünmektedir . Dünya Ticaret Örgütünü küresel sermaye ve tekelci şirketlerin kontrolu altına alan para babaları ,ne Birleşmiş Milletleri ne de uluslar arası hukuku takmamakta sadece kendi çıkarları doğrultusunda bir küresel imparatorluğu bir an önce oluşturabilme doğrultusunda Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonunu da Dünya Ticaret Örgütü ile beraber kullanmaktadırlar . Dünya kıtalarının altındaki yer altı zenginliklerini ele geçirmeyi kafalarına koyan para babaları , dünya devletleri ile beraber halklarını devre dışı bırakırken ,bunların Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek oluşturdukları uluslar arası hukuku tanımıyarak ,küresel emperyalizmin gündeme getirdiği emperyal ekonomik kuralları dünya uluslarına karşı dayatabilmektedirler . Neredeyse , iki bin yıldır insanlığın sahip olduğu uygarlık birikimi ile beraber , Birleşmiş Milletler örgütünün yarım yüzyılı aşkın bir süredir yeryüzünde uyguladığı uluslar arası hukuku hiçe sayan bir emperyal saldırganlık, giderek hukuk tanımayan bir yüzsüzlük olarak insanlığa saldırmaktadır . Küresel sermayenin ferman dinlemeyen saldırganlığı , Amerikan devletinin öncüsü ve kurucusu olduğu uluslar arası hukuk düzenini dinlemeyerek hukuk kurallarını açıkca çiğnemeye doğru yönlendirdiği açıkca görülmektedir .Asgari maliyet ile beraber azami kazanç peşinde koşan uluslar arası tekelci şirketler, Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir araya gelerek tüm insanlığa karşı saldırgan bir emperyalizme geçerlerken ,Birleşmiş Milletler’in üçüncü binyıl bildirisinde dile getirdiği insancıl hedefleri ,insan onurunu ve daha adil ve eşitlikçi kalkınma sorununu görmezden gelebilmektedirler . Amerikan devleti ile beraber ordusu da ,dolar milyarderlerinin emrinde bir sömürge düzenine yönelmekte ve bütün dünya devletleri ile karşı karşıya gelerek evrensel barışı tehdit eden bir olumsuz durum yaratmaktadır .

Yeni gelinen bu aşamada öncelikle yapılması gereken iş ,Bileşmiş milletlerin daha güçlü bir yapıda yeniden kurulması olacaktır . Milenyum bildirisinde ifade edildiği gibi daha adil , daha eşitlikçi ,güvenli ve barışçı bir dünya düzenine kavuşabilmek için ,yokluğu hissedilen dünya devleti yapılanmasının yeniden Birleşmiş Milletler örgütü çatısı altında örgütlenmesi gerekliliği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır . Bu doğrultuda daha güçlü birBirleşmiş Milletler yaratılabilmesi için örgüte üye olan dünya devletlerinin olabildiğince fazla bir maddi kaynağı bu örgüte aktarabilmesi gerekmektedir .Para babalarının aşırı zenginliğini tırmandırarak her ülkeden dolar milyarderleri çıkartan Dünya Ticaret Örgütünün yerine ,uluslar arası ekonomi ve kalkınma işlerinin yeniden Birleşmiş Milletler ekonomik ve sosyal konseyinin yönetimine bırakılması ,daha adil ve eşitlikçi bir kalkınma ve refah düzenine bütün dünya ülkelerinin sahip olabilmesi açısından zorunlu görünmektedir . Özgürlükçülük görünümü altında palazlanan ve pazarlanan ekonomik serbesiyetçilik tam anlamıyla sömürgeci bir düzenin kurulmasına yol açmıştır . Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu programları da bu doğrultuda ABD zorlamalarıyla uygulamaya aktarılınca küresel şirketler devleşmiş , dünya ülkeleri ise iflas ederek dağılma ve parçalanma sürecine sürüklenmişlerdir . Böylesine sömürgeci ve istismarcı bir çıkmazdan dünya ülkelerini ancak Birleşmiş Milletler gibi bir uluslar arası kuruluş kurtarabilir . Birleşmiş Milletler genel kurulu bu aşamada kesin bir karar alarak Dünya Ticaret Örgütü ile beraber Dünya Bankası’nı ve Uluslar arası Para Fonunu kendisine bağlamalı ve böylece Amerikan devleti üzerinden küresel sermayenin bu uluslar arası kuruluşları dünya ülkelerini sömürmek üzere kullanmalarına bir son vermelidir . Diğer uluslar arası kuruluşlar gibi Birleşmiş milletlere bağlanacak bu kuruluşları artık Amerika’da yuvalanmış olan para babaları ya da finans kapitalin patronları değil ama ,dünya ülkelerinin ve uluslarının temsilcilerinin eşit koşullarda yer aldığı Birleşmiş Milletler genel kurulu yönlendirecektir . BM çatısı altında kabül edilen ve uluslar arası alanda bütün devletler tarafından resmen benimsenen protokollar doğrultusunda çalışacak bu üç ekonomik kuruluş, artık dünya sömürgeciliğinin ana örgütleri olmaktan çıkarak BM amaç ve hedefleri doğrultusunda dünya halklarının eşit kalkınmalarını sağlayacak kuruluşlar olacaklardır .Son zamanlarda küresel sermayenin jandarması konumuna getirilen Nato örgütü bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak , küresel sermayenin bekçiliğine soyunmuştur . Tekelci şirketlerin yer altı kaynaklarına göz koyduğu ülkelere saldırı için kullanılan bu askeri örgüt bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak , tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerine saldıran bir lejyoner birliğine dönüşmüştür . Bu durumun da acilen önlenebilmesi için Nato örgütünün Birleşmiş Milletlere bağlanması ve acilen bir Dünya Ordusuna dönüştürülmesi gerekmektedir . Ancak bu yoldan bu büyük güvenlik örgütünün emperyalist sömürü doğrultusunda işgal ordusuna dönüşmesi önlenebilecek ve Birleşmiş Milletlerin dünya barışı hedefleri doğrultusunda görev yapacak bir acil müdahale birliği misyonu ile dünya ordusu olarak evrensel barışın sağlanmasını gerçekleştirecektir . Nato’nun ABD üzerinden küresel sermaye ve siyonist lobilerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının önlenebilmesi ancak Birleşmiş Milletler çatısı altında alınacak kararlar ve uygulamalar sayesinde mümkün olabilecektir .

Birleşmiş Milletler’in ,milenyum bildirisinde belirtildiği gibi güçlenebilmesi için genel kurulunun,güvenlik konseyinin ve genel sekreterliğin yeniden düzenlenmesi zorunlu görünmektedir . Genel sekreterlik icranın başı olarak daha güçlü yetkiler ile donatılmalıdır . Genel kurul başkanlığı ise daha güçlü bir temsil ve denetim organı konumuna sahip kılınmalıdır . Genel kurula katılım zorunla hale getirilmeli , kurul karalarının bağlayıcılığı ise artırılarak yaptırıma bağlanmalıdır . Örgütün öncüsü olan ABD ile , BM kararı ile kurulmuş olan İsrail gibi ülkelerin sürekli olarak Birleşmiş Milletler kararlarına uymaması dikkate alınarak , kararlara uymayan ülkelere karşı daha büyük ve etkili yaptırımların devreye sokulması gerekmektedir . Kararlara üç kez uymayan üye devletlerin örgütten ihraç edilmesi ve yalnız bırakılması ya da ambargo gibi olumsuz uygulamalar ile karşı karşıya bırakılması genel kurul kararlarının hem ağırlığını hem de bağlayıcılığını artıracaktır .Ayrıca ,güvenlik konseyinin de yeniden düzenlenmesi değişen koşullar dikkate alındığında zorunlu görünmektedir . İkinci dünya savaşı sonrası durumun getirdiği konjonktür doğrultusunda belirlenen güvenlik konseyinin yapısının hemen değiştirilerek , çok kutuplu dünyanın yeni kutup merkezlerinin de bu üst organda daimi üyelik statüsünde temsil edilmeleri sağlanmalıdır . İkinci dünya savaşının iki karşı ülkesi olan Almanya ve Japonya dünyanın en büyük ekonomik güçleri olarak daimi üye olma hakkına sahip görünmektedirler . Ayrıca,Hindistan,Brezilya,Avustralya ,Nijerya,Güney Afrika,Mısır,Türkiye,İran gibi ülkelere sürekli üyelik hakkı verilerek ,güvenlik konseyindeki daimi üye sayısı onbeşe çıkarılmalı ,geçici üye sayısı da on beşe çıkarılarak bu üst organ da yeni bir denge oluşturulmalıdır .ABD’nin G-20 ülkeleri arasına alarak Rusya ve Çin iki büyük dev ülkeyi çokluluk çerisinde kontrol etme girişimi de bu on ülkenin güvenlik konseyinde daimi üye olarak yer almaları gerektiğini ortaya koymaktadır . G-20 ülkeleri gruplamasıyla yeni kutup başı ülkeleri kontrol edemeyen ABD ,bu gibi geçici uygulamaları bir yana bırakarak ,güvenlik konseyinde on daimi üyeliği G-20 arasına aldığı büyük ülkelere verebilirse , o zaman çokluluk içerisinde denge ve kontrolu Birleşmiş Milletler çatısı altında yapabilecek ve böylece güvenlik konseyinin yeni yapılanmasıyla daha etkili bir güvenlik üretimi söz konusu olabilecektir . Güvenlik konseyi ile beraber genel kurulu da güçlenecek bir Birleşmiş Milletler ,gerçek anlamda uluslar arası hukuka uygun bir küreselleşmenin merkezi olabilecek ve bu uluslar arası örgüt zaman içerisinde gerçek bir Dünya Devletine dönüşme şansına sahip olabilecektir . O zaman da Dünya Ticaret Örgütü üzerinden emperyalist ve sömürücü bir yanlış küreselleşme süreci sona erecek ,yerine daha adil ve eşitlikçi bir dayanışmacı küreselleşme bütün dünya devletlerinin ve uluslarının bir araya gelmeleriyle mümkün olabilecektir . Merkezi coğrafyada batılı gizli servislerin başlattığı ,terör ve karışıklıkların bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi tehlikesi ancak böylesine güçlü bir Birleşmiş Milletler örgütünün duruma müdahale etmesiyle mümkün olabilecektir .

SURİYE’ DE ARMEGEDDON SAVAŞI BAŞLADI - "ANKARA KALESİ (109)"- Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


ANKARA KALESİ (109)
SURİYE’ DE ARMEGEDDON SAVAŞI BAŞLADI
Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN


Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalan ULUS gazetesi başkent Ankara’da yayın hayatına devam ederken , geçen ay içindeki bir nüshasında “Suriye’de Armageddon savaşı “ başlığı ile yayınlandı . Kutsal kitaplara göre dünyayı ve insanlığı yok edecek üçüncü dünya savaşının din açısından değerlendirilmesinde , Suriye’nin güney bölgesindeki bir ovada kıyamet senaryolarının gerçekleşmesini sağlayacak bir üçüncü dünya savaşı çıkacaktır . Kudüs’ün kuzeyinde kalan bu bölge Suriye’nin sınırları içerisinde yer alan eski latince adı ile Megiddo , Arapça dilinde ise Mecüddin ismi ile anılmaktadır . Tevrat’ta dile getirilen Büyük İsrail’in vaat edilmiş kutsal topraklarda kurulması sırasında Yahudiler ile bölge ülkeleri arasında bir savaş bu Megiddo ovasında çıkacak ve zamanla üçüncü dünya savaşına dönüşerek insanlığın mahvına yol açacaktır .Bu doğrultuda Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya doğru , hem Yahudi hem de evanjelist hırıstıyan bir nüfus akımının son zamanlarda hızlandığı görülmekte , Evanjelizm tarikatının inançları doğrultusunda yapılan yorumlar Siyonistler tarafından da desteklenince , Hz. İsa’nın gökten inebilmesi için Büyük İsrail’in kurulması doğrultusunda Armegeddon savaşının çıkması ya da çıkartılması gerekmektedir . Savaş sırasında İsrail nükleer silahlar kullanarak bir atom bombası kullanılma olayını gündeme getirerek bütün merkezi coğrafya devletlerini ve halklarını yok edecek büyük bir saldıraya geçeceği açıkca yazılıp çizilmekte ve bir çok medya kanalında da tartışılmaktadır . ULUS gazetesi de bu gelişmeleri dikkate alarak , Suriye’de başlatılan çatışmaların sonunda Armegeddon savaşına dönüşebileceğini , bir başkent gazetesi olarak dile getirmiş ve Türk ulusu ile beraber bütün insanlığı uyarmağa çalışmıştır .

Hiç yoktan durduk yerde çıkartılan olaylar ile Suriye bir Arap ülkesi olarak Arap baharı denilen olayların etkisi altına girerken , dünya 2012 yılına doğru yol almakta ve meşhur Maya takviminde görülen eksiklik doğrultusunda bu takvimin önümüzdeki yıl bitmesi tartışma konusu olmaktadır . Milattan önceki dönemden gelen bu takvimin 2012 yılına kadar gelmesi ve bu noktada bitmesi de ,geleceğe dönük çalışmalar yapan fütüristlerin bu yılda çıkacak bir üçüncü dünya savaşı sırasında kullanılacak nükleer silahlar ile insanlığın ve dünyanın yok olmasına yol açacaklarını ileri sürmelerine neden olmaktadır . 2011 yılının ilk ayında Mısır’da Kıptilerin klisesine İsrail’in terörist saldırı düzenlemesiyle başlayan süreç içerisinde önce Tunus ,sonra Mısır’da iktidar değişikliklerine giden karışıklıklar çıkartılmış ,sıra Suudi Arabistan’a gelince bu kez Bahreyn’deki karışıklıklar ile yetinilerek olayların yönlendirilmesi Libya’ya doğru kaydırılmıştır . Libya’da İngiliz ve Amerikan ajanlarının evleri basarak ve suçsuz insanları katlederek çıkarttığı olaylar üzerine bu ülke bir iç savaşa sürüklenmiş ve ülke fiilen doğu ve batı olarak ikiye bölünmüştür . Libya olayları daha bitmeden küresel sermayenin güdümündeki medya organları Arap baharı adını verdikleri terörist olayları diğer Arap ülkelerine de sıçratabilmek üzere resmen hem çığırtkanlık yapmışlar hem de olaylara dönük provokasyonlarını artırmışlardır . Tunus ile Arabistan bölgeleri arasında cereyan eden terörist karışıklıklar İsrail’in yönlendirmesiyle Suriye’ye sıçratılmış ve bu ülke 2012 yılına doğru bir Armegeddon sürecine bilinçli olarak iteklenmiştir . Önceleri küçük bazı olaylar gündeme gelmiş ama daha sonraki aşamada İsrail ve batı ülkelerinin ajanlarının öncülüğünde Suriye tam anlamıyla bir karışıklığa doğru sürüklenmiştir . Önceleri münferit başlayan olayların daha sonraki aşamada sürekli olarak kışkırtılması ve tırmandırılması , ister istemez akla acaba Armageddon senaryosu başlatılmak mı isteniyor diye bir soruyu getirmektedir . Maya takviminin 2012 yılında bitmesiyle , üçüncü dünya savaşına dönüşecek Armegeddon senaryosunun Suriye topraklarında başlatılması kamuoyundaki kuşkuları giderek artırmaktadır . Özellikle dinci çizgide yayın yapan bazı yayın organlarının olayları ve gelişmeleri kutsal kitaplardaki senaryolar doğrultusunda ele alarak yorumlamağa çalışmaları da karamsar düşüncelerin giderek artmasına yol açmaktadır .

Suriye’nin bir bölge ülkesi olması aynı zamanda bütün Orta Doğu ve merkezi coğrafya ülkelerini de doğrudan doğruya etkilemiş ve komşu devletlerin yönetimleriyle halkları arasında haklı kuşkuların artmasına neden olmuştur . Ön Asya bölgesinin en ön sırada yer alan ülkesi olarak Suriye’nin de diğer Arap ülkeleriyle beraber batılı emperyal güçler tarafından karışıklığa mahkum edilmesi İsrail’i rahatlatmış ve uzun süredir Suriye yüzünden Lübnan’da istediği düzeni kuramayan İsrail’in önünü açmıştır .Suriye yönetimi dışarıdan kışkırtılan olaylar sonucunda bir içe kapanma dönemine girince Lübnan’da dengeler değişmiş ve İsrail doğrudan Hizbullah’a yönelik saldırı stratejilerini devreye sokabilmiştir . Büyük İsrail projesinin ikinci bölümü olan Lübnan bölgesinin siyonist devlet tarafından işgalinin gerçekleşebilmesi doğrultusunda Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılması ve daha sonra da Şii hegemonyasının bölge örgütü olan Hizbullah’ın bu ülkeden çıkartılabilmesi için böylesine bir büyük bölgesel operasyona ihtiyaç bulunuyordu . ABD ve İngiltere ikilisi Atlantik emperyalizminin temsilcileri olarak bu konuda gereken girişimleri ve saldırıları ,bölgedeki güçleri ve ajanları aracılığı ile gerçekleştirince Suriye içe dönmek zorunda kalmış İsrail’de yeniden bölge hegemonyası doğrultusunda daha güçlü bir biçimde yeni açılımlara kalkışabilmiştir . Özellikle Irak üzerinde kurulmuş olan yeni otorite düzeninin güçlendirilmesi ile beraber Filistin halkının bölgeden çıkartılması gibi hedefler doğrultusunda İsrail’in daha rahat hareket etmeğe başladığı görülmüştür . Mısır ve Suudi Arabistan’dan sonra Orta Doğu’nun üçüncü büyük devleti olarak Suriye’nin terör olayları üzerinden iç savaşa doğru yönlendirilmesi merkezi alandaki bütün dengeleri alt üst ettiği gibi , tüm komşu ülkelerde de ciddi istikrarsızlıklar yaratabilecek bazı terörist girişimlerin önünü açmıştır . Bu büyük ülkede yaratılan kaotik ortamın terör örgütlerini cesaretlendirmesi ve daha büyük eylemlere yönlendirmesi de gene Armegeddon senaryolarının bir uzantısı olarak Siyonistler tarafından gündeme getirilebilecektir .

Suriye’nin de eski bir Osmanlı ülkesi olması nedeniyle toplum yapısı büyük oranda Türkiye,Irak ya da diğer bölge ülkelerine benzemektedir . Bir miktar gayrimüslimin yaşadığı bir Orta Doğu ülkesi olarak Suriye hırıstıyanlar açısından çok kutsal bir yer olarak kabül edilmektedir . Hırıstıyanlığın yasak olduğu dönemdeğ ilk geliştiği topraklara sahip olan Suriye bu açıdan batılı ülkeler tarafından kutsal kabül edilmektedir ama nüfusunun yüzde doksanı müslüman olan bir toplum yapısına sahip bulunmaktadır . Ermenistan’dan fazla Ermeninin yaşadığı bu ülkede aynı zamanda Maronitler ,Hırıstıyan Araplar ile Şii Müslümanlar ve Türkler birlikte yaşamaktadırlar .Ülkenin doğu bölgesinde bulunan Kürt asıllı bir milyon kişi de bu ülkede bir istikrarsızlık unsuru olarak görülmekte ve tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Kuzey Irak Kürtleri ile beraber bir federasyon kurmaları doğrultusunda kışkırtılarak kullanılmaktadırlar . Kamışlı bölgesinde kurulacak bir etnik yönetimin zaman içerisinde Kuzey Irak’taki kukla devlet ile bütünleşmesi düşünülmektedir . Suriye’nin bir ülke olmanın ötesinde devlet olarak kalmasını istemeyen güçler , bu ülkedeki Baas rejiminden kalma Nusayri yönetimine dayalı bir devlet yapılanmasına son verebilmek için her türlü yolu denemektedirler . Kırk yılı aşkın bir süredir devam eden Esat ailesi yönetimine daha önceki dönemlerden kalma Rusya ve İran desteği devam etmekte ve bu ülkeye yönelik emperyal senaryolara karşı Rusya ile İran her zaman için Suriye’nin yanında yerlerini almaktadırlar . Kürt sorunun batılı emperyal devletler tarafından kaşınarak , İsrail’in önünün açılması doğrultusunda kullanılmağa çalışılması girişimlerine karşı hem Rusya hem de İran sonuna kadar Suriye’nin yanında yer almaktadırlar . Ayrıca Suriye’nin Şii nüfusu da tıpkı diğer bölge ülkelerindeki Şii topluluklar gibi onlarla işbirliği yaparak bölgede İran merkezli yeni bir Şii yapılanmasının gerçekleşebilmesi için bölgesel Şii dayanışmasının içinde yer alarak Suriye’yi daha fazla İran’a yaklaştırmaktadır . İran merkezli Şii yapılanması ile , İsrail merkezli Kürt yapılanması arasında sıkışıp kalan Suriye’nin geleceğe dönük aktif bir politika ile bölge ülkeleriyle yeni açılımlar yapmağa çalıştığı ve bu doğrultuda son yıllarda Türkiye ile de sıcak bir ilişkiler dönemi içine girdiği görülmektedir .

Şii- Sünni çatışmasıyla beraber gündeme gelebilecek bir Arap -Kürt ihtilafı da doğrudan doğruya Türkiye’yi tehdit edecek nitelikte görünmektedir . ABD’nin Irak’a saldırı ve işgali öncesinde Irak CİA ajanları tarafından karıştırılırken , nasıl binlerce Iraklı Kürt Türkiye’ye göçe zorlandı ise ,bugün de aynı senaryo Suriye üzerinden tekrarlanmak istenmekte , Iraklı Kürt’lerden sonra Kamışlı bölgesindeki Kürtler ile Halep bölgesindeki Türkler ve Araplar Türkiye’ye doğru göç etmeğe zorlanmaktadırlar . Kuzey Irak’ın göçler üzerinden Türkiye ile bağlantılı kılınarak merkezi Irak’tan kopartıldığı gibi ,Kuzey Suriye bölgesi de Halep merkezli olarak Türkiye ile bağlantılı kılınmağa çalışılmakta ve gelecekte Türkiye’den Hatayı ‘da kopartabilecek bir süreç , Halep üzerinden Türkiye bağlantısı ile başlatılmağa çalışılmaktadır . Olaylar tırmandıkça ölen insan sayısı artıyor,bu nedenle de ülkeden kaçış isteklerinin her geçen gün daha fazlalaştığı görülmektedir . Özellikle bir hafta içinde binlerce Suriyelinin Türk sınırını geçerek Hatay’a gelmesi ve Türkiye topraklarında koruma altına alınması geleceğe dönük karamsarlığı daha da artırmıştır . Irak’lı göçmenlere on yıl önce yapıldığı gibi şimdi de Suriyeli göçmenler için çadır kentler kurulmağa başlanmış ve bir anlamda Suriye olaylarının tampon bölgesi haline Türk toprakları getirilmiştir . Terör ve karışıklığın tırmanması üzerine Suriye rejimi sert polisiye önlemler almış ve bazı kentlerdeki kalkışmalara karşı güvenlik güçleri silah kullanmağa başlayınca yüzlerce ordu ve emniyet mensubunun öldürülmesi olayları ile karşılaşılmıştır .Sınırı geçerek Türkiye’ye iltica edenler kadar bunlardan çok daha fazla sayıda Suriye vatandaşının sınırı geçmek üzere Kuzey Suriye’nin çeşitli bölgelerinde toplanmağa başladığı görülmüştür . Suriye’deki karışıklıkların kaos ortamına dönüşmesi üzerine, bazı Avrupa ülkeleri bu ülkede hızla reformlara gidilmesini istemişler özellikle ABD kırk yıldır katı bir baskı ile sürdürülen sıkıyönetimin kaldırılmasını talep etmiştir . Beşer Esat yönetimi bir yumuşama sağlayarak olayları önleyeceğine , aksine sertleşmeğe gitmiş ,şiddet ve baskıyı artırdıkça Suriye kentlerindeki karışıklıklar artık önlenemez bir noktaya gelmiştir . Suriye’de yaşamakta olan birkaç milyon Türk asıllı insan Kuzeydeki komşu ülke olan Türkiye’deki akrabalarının yanlarına gelmeğe çalışmış ve Türk devletinin aldığı önlemler üzerine göçmen Suriyeliler için Türkiye bir kurtuluş kapısı konumuna gelmiştir . Kızılay’ın öncülüğünde bazı Türk kamu kurumlarının Suriye’den kaçanlara kucak açması ve onlar için geçici çadır kentler kurarak bir tampon bölge oluşturmağa yönelmesi olayların daha tehlikeli boyutlara ulaşmasını önlemiştir .

Suriye yönetiminin katı ve baskıcı yönetimde ısrarcı davranması ve sıkıyönetimi kaldırarak reformlara yönelmemesi üzerine Avrupa Birliğine temsilen İngiltere ve Fransa’nın konuyu Birleşmiş Milletlere götürmesine neden olmuştur . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Orta Doğu haritasını yeniden çizmiş olan bu iki batılı emperyal ülke Birleşmiş Milletler genel kurul kararı ile ya da Güvenlik Konseyinin alacağı önlemler ile Suriye’deki karışıklıkların durdurulmasına çaba göstermiştir . İran ile beraber Suriye’deki rejimi desteklemeğe devam eden Rusya’nın ,Güvenlik Konseyinin sürekli üyesi olarak Suriye ile ilgili bir olumsuz karara karşı çıkacağı ve kesinlikle böyle bir girişimi veto silahını kullanarak durduracağı anlaşılmaktadır . Rusya gibi Çin’in de batı karşıtı bir doğrultuda hareket etmesi ve Rusya gibi batı blokuna karşı veto kozunu kullanacağı da şimdiden belli olmuştur . Orta Doğu bölgesinde İran’ın en yakın müttefiki olan İran’ın aynı zamanda Çin ile de çok yakın ilişkiler geliştirmiş olması ABD ve İsrail ikilisini zor durumda bırakmakta ve bu yüzden batılı emperyalistler ile siyoistlerin yeni Suriye karşıtı girişimleri gündeme gelmektedir . ABD ile Rusya arasında kalan İngiltere ve Fransa bir anlamda İsrail’in önünü kesmek üzere meseleyi Birleşmiş Milletlere taşımağa çalışmaktadırlar . Batı blokununbir kanadının çıkardığı Suriye istikrarsızlığını gene batının içinde yer alan diğer kanat tarafından önlenmeğe çalışılması ,Rusya ,Çin ve Hindistan gibi doğunun üç büyük dev ülkesinin meseleye kalkışmalarını önlemeğe dönüktür.ABD ve Avrupa Birliği kadar bu üç doğulu süper gücün dünyanın merkezi coğrafyası ile yakından ilgilenmeğe başlaması İsrail’in çok istediği üçüncü dünya savaşı senaryosunun gerçekleşmesine katkıda bulunacaktır . Bu nedenle savaş lobilerinin bir doğu-batı çatışmasını merkezi alanda çıkartmağa çalıştıkları açıktır . Suriye’ye yönelik olarak bir süredir batılı ülkeler tarafından uygulanan ambargo ya da cezai yaptırımlara katılmayan Rusya , eski müttefikini batılı saldırgan emperyalistlere karşı korumağa çalışmış ve her zaman için Suriye’nin yanında yer almıştır . Birleşmiş Milletlerde Suriye ilgili karar anı yaklaşırken , Rusya’nın bu ülkeye karşı her türlü yaptırımı önlemek için ciddi boyutlarda çaba harcadığı açıkca ortaya çıkmıştır . Son yıllarda batının enerji deposu haline gelen Rusya’nın Libya ile ilgili olumsuz tutumu ve batı saldırganlığını destekler bir konuma düşmesi nedeniyle kuşkuya düşen siyasal merkezler ,Rusya’nın Suriye konusunda batı ile beraber hareket etmemesi üzerine ,dünya barışının ve siyasal dengelerin geleceğe dönük olarak korunabilmesi doğrultusunda daha iyimser olabilmişlerdir .

Soğuk savaşın son döneminde Rusya’nın Suriye’de askeri üsler kurması ve bu ülkeyi İsrail ile ABD saldırganlığına karşı korumak amacıyla bu üslerde önemli bir askeri güç bulundurması bir savaş nedeni olarak görülüyordu . Amerikan donanması Karadeniz’e girmek için bastırırken , Rus donanması Rusya’nın Suriye kıyılarında kurmuş olduğu askeri üs üzerinden Akdeniz’e iniyordu . Bir anlamda İsrail’in Doğu Akdeniz kıyılarında bir güç merkezi olmasına karşılık olarak , Rusya’da dünyanın önde gelen büyük devletlerinden birisi olarak Suriye’ye askeri bir yerleşim atağına kalkışıyordu . Rusya’nın Akdeniz üssünün kurucusu olan önde gelen subaylardan birisinin ABD ve İsrail gizli servisleri tarafından öldürülerek cesedinin Akdeniz’e atılması olayı tarafları Doğu Akdeniz sularında savaşa doğru sürüklemiş ama uluslar arası konjonktürde öne çıkmış olan diğer olaylar böylesine bir savaşın gerçekleşmesini önlemişlerdir . Osmanlı sonrasında merkezi coğrafya yeniden yapılandırılırken , kuzeyden gelen güç olarak Rusya’nın karşısına önce İngiltere ve Fransa şimdi de ABD ve İsrail ikilisi çıkıyor ve böylece batı hegemonyasının Orta Doğu’da devam ettirilmesinin yolları aranıyordu . Batı dünyasının İsrail’in yanında sürekli olarak yer alması nedeniyle Rusya’da bütün Arap ülkelerinin batı karşıtı doğal müttefiki konumuna geliyordu . I958 General Kasım darbesi ile Irak’a giren Rusya , daha sonra Suriye’de mevzilenerek Akdeniz kıyılarından sıcak denizlere açılıyor ve bu bölgenin en güçlü komünist partisi olan Akel’i Kıbrıs adasında kuruyordu . Doğu Akdeniz’i batılılara ya da İsrail’li Siyonistlere bırakmama konusunda kararlı olan Rusya’nın Suriye konusunda daha aktif davranarak ,Libya olayındaki hatalı tutumdan kaçınmağa çalıştığı her geçen gün daha net olarak anlaşılmıştır . Baba Esat’ın müttefiki olan Rusya yavru Esat’ın da aynı doğrultuda dostu olarak hareket etmiş ve babadan oğla geçen bu Baas rejimini ,batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ittifakına karşı sahipsiz bırakmamıştır .

Orta Doğu’ya yavaş yavaş İran üzerinden girmeğe çalışan Çin’de tıpkı Rusya gibi Suriye konusunda batılı emperyalistlere karşı bir tutum içerisinde olmuş ve İran rejimi ile son yıllarda giderek artan işbirliği doğrultusunda Çin ‘de Orta Doğu’nun Şii halk topluluklarını ,batının müttefiki olan Sünni topluluklara karşı destekleyerek sahip çıkmağa çalışmıştır . İran ile giderek artan oranda büyük bir işbirliğine girişen doğunun süper gücü Çin ,tıpkı İran gibi merkezi coğrafyada batılı ülkelerin üstünlüğüne karşı çıkarak , siyonist İsrail’in arkasında duran ABD’ye karşı yeni bir denge kurmağa çalışmıştır . Bütün dünya ile ciddi bir ekonomik yarışa kalkışan Çin son yıllarda giderek artan ekonomik ağırlığını Orta Doğu bölgesine de taşırken Suriye’yi kendisine en yakın müttefik ülkelerden birisi olarak seçmiştir . Avrupa Brliğinin Akdeniz ülkeleri birbiri ardı sıra iflas ederek çökünce Çin yeni süper güç olarak Akdeniz’e girmiş ve bu ülkelere büyük ekonomik destek sağlamağa kalkışmıştır . Nato’nun Libya müdahalesi Çin dışişleri bakanının Akdeniz turundan hemen sonra gündeme gelmiş ,batılı güçler Akdeniz’e inmiş olan Rusya ile uğraşırken bir yandan da Çin ile uğraşmamak için , Çin ile yeni ittifaklara yönelen Arap devletlerinin rejimlerini kendi kışkırttıkları terör olayları üzerinden düşürmeyi tercih etmişlerdir . Batı emperyalizminin baskılarından bıkarak doğu ülkeleriyle yakınlaşma ve işbirliğine yönelen bütün Arap yönetimleri terör olayları üzerinden değiştirilmeğe çalışılmıştır . Yeni dönemde artık Orta Doğu ‘da batılı güçlere karşı çıkan doğulu güçler arasında Rusya ve İran’dan sonra Çin de yerini almıştır . İran’dan sonra Libya ve Suudi Arabistan rejimlerinin Çin’e petrol satmağa yönelmeleri , ABD ve İsrail ikilisinin Arap halklarını kendi hükümetlerine karşı kışkırtmalarına giden yolu açmıştır . Batı hegemonyasına karşı Orta Doğu’da Rusya ile paslaşarak hareket eden Çin’in İsrail ve ABD saldırganlığına karşı çıkarak Suriye’nin yanında yer almağa çalıştığı izlenmiştir .Çin halkının bisikleti bırakarak Amerikalılar gibi araba kullanmağa başlaması üzerine petrol ihtiyacı artmış ve bu yüzden Çin de Orta Doğu’nun petrol ülkelerine enerji ihtiyacını karşılayabilme doğrultusunda yönelmiştir . Arap yönetimlerinin Çin’e yönelme girişimleri , bu devletlerin çatısı altında yaşayan Arap toplumlarının batılı güçler tarafından kışkırtılmalarına neden olmuştur . Kaçak Çin malları Orta Doğu pazarlarını sararken , Arap petrolü de bu malların karşılığında Çin’e doğru gönderilmeğe başlamış ve bu doğal ittifakın önlenebilmesi amacıyla da batılı gizli servisler Arap toplumlarını kendi devletlerine ve hükümetlerine karşı ayaklandırmışlardır .

I982 yılında ABD’deki bir Yahudi dergisinde yayınlanan Büyük İsrail projesinin dayandoığı haritaya göre Suriye devleti beş parçaya ayrılacaktır . Bu ülkede yaşamakta olan beş büyük halk topluluğu tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi kendi küçük devletçiklerini ABD ve İsrail desteği ile kuracaklar ve daha sonra da Kuzey Irak’taki kukla devlet gibi Amerikan ya da İsrail’in besleme kuklalarına dönüşeceklerdir .Nusayri ,Sünni,Maronit,Asuri ve Yezidi gibi küçük topluluklar Kuzey Irak Kürtleri gibi kendi küçük devletlerinin çatısı altında ABD’nin deniz aşırı sömürgesi konumunda yaşamlarını sürdürecekler ve böylece bütün Arap ve İslam dünyasına karşı İsrail’in doğal müttefikleri konumuna gelerek Kudüs’e bağlı yeni bölgeler halinde Büyük İsrail federasyonunun yeni eyaletleri statüsüne gelebileceklerdir . İran’a karşı bir doğrultuda bütün Sünni Arap devletlerine üç yüz milyar dolarlık silah satışı yapan ABD ve İsrail ikilisi Suriye’yi beşe bölerken , bu ülkenin doğusundaki Kürtleri De ayaklandırarak Kuzey Irak’taki Kürt yapılanmasının genişleyerek güçlenmesine yardımcı olmağa çalışmaktadırlar . Kürt kozunu bütün bölge devletlerine karşı kullanmağa dikkat eden ABD emperyalizmi ile İsrail siyonizmi Kamışlı üzerinden Türkiye’nin güneydoğu bölgesini de Ankara’ya karşı ayaklandırabilmenin yollarını aramaktadırlar . Kuzey Irak üzerinden Türkiye’nin Kürtlerini sürekli olarak Türk devletine karşı kışkırtmayı bir ulusal politika haline getiren batılı emperyalistler ,aynı doğrultudaki girişimlerini son zamanlarda Kamışlı üzerinden artırmış durumdadırlar . Bir türlü Kürt sorunu ile Türkiye’yi bertaraf edemeyenler sonrasında Suriye üzerinden emellerine ulaşabilmek için ellerinden gelen her yolu denemektedirler .Adana,Antep ve Kilis hattında yaşayan Türk vatandaşlarının akrabaları üzerinden Kuzey Suriye’yi Türkiye ile yakından bağlaştırmağa çalışanlar Suriye’deki karışıklar üzerinden aynı zamanda Türkiye’yi tehdit etmektedirler . Irak’ta yaşananlar nasıl Türkiye’yi uzun süre istikrarsızlığa sürüklediyse aynı doğrultuda geliştirilmek istenen olaylar ile gene Türkiye Cumhuriyeti hedef haline getirilmektedir . Suriye olayları Nisan ayı başında başlamadan bir hafta önce , Mart ayının son haftasında CİA başkanının Türkiye’ye gelmesi ve Suriye olaylarını Türkiye üzerinden planlayarak yönlendirmeğe kalkışması da ,Türkiye’nin ABD tarafından Suriye üzerinde kullanılmağa çalışıldığı izlenimini kamuoyuna yansıtmıştır . Rusya,İran ve Çin ile Suriye üzerinde karşı karşıya gelmek istemeyen ABD ve İsrail ikilisi cepheye Türkiye’yi sokarak ,bir Truva Atı gibi kullanmak istedikleri Türkiye üzerinden Suriye’yi dağıtma planlarını devreye sokmağa çalıştıkları artık iyice belli olmuştur . İsrail destekli bir ABD harekatı Suriye olaylarında Armageddon planlarının devreye girdiğini de açıkca ortaya koymaktadır .

Türkiye’de yayınlanan Yeni Şafak gazetesinin önde gelen bir yazarı olarak İbrahim Karagül ,Suriye olaylarının İsrail’in Brüksel elçiliğinden yönlendirildiğini ve bu elçilikte başta Suudi Arabistan olmak üzere Ürdün,Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Sünni Arap devletlerinin temsilcilerinin toplanarak Suriye’deki Şii yönetime karşı ortak bir eylem planı içinde davrandıklarını yazmıştır . Bu bilgi de , Suriye ile kuşkuları giderek artırmış , ve Orta Doğu’da bir Şii ve Sünni kamplaşması yaratılırken , Suriye bir çatışma alanı olarak seçilmiştir . İsrail’in Armegeddon planı doğrultusunda zaten geleceğin savaş alanı olarak ilan edilmiş olan bu ülke üç yüz milyar dolarlık silahları satın alan Sünni Arap devletleri için bir savaş alanı olarak İsrail ve ABD ikilisi tarafından hazırlanmıştır . Avrupa Birliğinin başkenti olan Brüksel’deki İsrail elçiliği Suriye savaşı için karargah olarak seçilirken hem ,Sünni Arap devletleri bu merkezde bir araya getirilmiş hem de Avrupa Birliği ülkelerinin bir batı dayanışması içerisinde geleceğin doğu savaşına karşı doğal destekleri alınmağa çalışılmıştır .Batı emperyalizmi , Sünni Arap ülkelerini İran korkusu ile yanına alırken , İran üzerinden Rusya ve Çin’i de içine alacak düzeyde bir büyük doğu-batı savaşını üçüncü dünya savaşı olarak ve kutsal kitaplardaki Armageddon efsanesine de sadık kalarak savaş konjonktürünü tırmandırırken ,silah ve petrol lobileri sahip oldukları büyük sermayeler aracılığı ile dünya medyasında savaş çığırtkanlığını tırmandırmağa başlamışlardır . Kafkasya üzerinden Hazar bölgesine girmeğe hazırlanan Batı emperyalizmi dünyanın ana merkezi bölgesini ele geçirirken , doğu güçlerine karşı üçüncü dünya savaşını merkezi bölgede Suriye toprakları üzerinden bu süreci tırmandıracak gibi görünmektedir .

Tam bu aşamada Türkiye gene kilit ülke konumuyla öne çıkmıştır . Bir Şii-Sünni çatışması çıkarma doğrultusunda Irak üzerinde Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getiremeyen Amerikan emperyalizmi ,bugün aynı oyunu Suriye üzerinde oynamağa çalışmakta , bu Arap ülkesini karıştırırken Şiilere yönelik saldırıları tırmandırarak Sünnileri karşı hedef haline getirmekte ve Türkiye’yi bu kez Sünnilerin koruyucusu olarak Suriye’ye müdahale etmeğe zorlamaktadır. Eski bir Türk devleti olan ve halen nüfusunun üçte ikisine yakın bir oranda Türk asıllı bir toplum yapısına sahip olan İran ile sadece mezhep farkı yüzünden savaşmak Türk devleti açısından son derece anlamsız bir durumdur . Çaldıran savaşı sonrasında birbirleriyle dörtyüz yıl savaşmayan bu iki büyük devletin , ABD hegemonyası ya da İsrail siyonizmi uğruna büyük komşusu ile bir mezhep savaşına sürüklenmesi her iki devlet açısından son derece anlamsız bir yok oluş senaryosunu gündeme getirmektedir .Bin yılı aşkın bir sür bu topraklarda her şeye rağmen ayakta kalmış iki büyük devletin başka devletlerin senaryolarına alet olarak birbirleriyle savaşa doğru sürüklenmek istenmesi son derece anlamsız ve saçma bir durum yaratmaktadır . Türkiye’yi Suriye olayları için merkez seçen Amerikan gücü kendine bağlı Türkiye’deki medya organları üzerinden Halep’in Türklüğü konusunu sürekli olarak işlemekte ve Halep bölgesinin merkez olduğu Kuzey Suriye bölgesinin Türkiye’ye bağlanması gerektiğini açıkca savunabilmektedirler.Böylesine bir senaryonun devamında Türkiye Hatay vilayetini elinden kaçırabilecektir . Bugün Halep’i al diyerek Türkiye’yi Suriye’ye sokmak isteyenler ,savaş sonrasında bölge haritalarını yeniden çizerken Halep’in yanı sıra Hatay’ı daTürklyerin elinden alabileceklerdir . Böylesine bir oyuna gelmemek için Türkiye’nin dikkatli davranması ve kesinlikle Suriye’nin iç işlerine müdahale etmemesi gerekmektedir . Libya’daki gibi uluslar arası hukuka aykırı bir durumun yaratılmasında Türkiye emperyalistler ile değil ama aksine kendi güvenliği için komşularıyla beraber hareket etmelidir .

Armageddon planları doğrultusunda Suriye adım adım iç savaşa doğru gitmektedir . ABD ve İsrail ikilisinin başlattığı bu savaş senaryosunun her gün daha da genişleyerek bölgyi tehdit etmesine karşı Türk devleti kendi ülkesinin güvenliği açısından acil önlemler almak durumundadır . Bir günde yüzden fazla güvenlik görevlisinin öldürüldüğü , halk kitlelerine yönelik çeşitli katliamların Suriye kentlerinde uygulandığı bir aşamada , Türkiye Suriye devletini ya da halkını karşısına alacak hiçbir girişimde bulunmamalı ,aksine iç savaşa sürüklenen bu ülkeye karşı anlayışlı ve yardımcı tutumunu istikrarlı bir biçimde sürdürebilmelidir . Türkiye’nin güney vilayetlerine önümüzdeki dönemde yönelebilecek büyük insan göçüne karşı Türkiye hazırlıklı olmalıdır . Suriye iç savaşı bu ülkeyi bitireceği gibi ,Şii-Sünni çatışmasıyla Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirecek , kamışlı Kürtleri üzerinden de Türkiye’nin güneydoğu bölgesini isyana doğru sürükleyebilecektir . Bu durumda Türk devletin acilen , İran,Irak,Suriye devletleri ile bir araya gelerek , bölgede tırmandırılan teröre ve savaş tehlikesine karşı bir merkezi devletler birliği ya da eski Cento benzeri bir Orta Doğu güvenlik örgütü kurması zornlu görünmektedir . Türkiye komşularıyla böylesine bir örgütlenme üzerinden merkezi coğrafyada güvenlik sağlayamazsa , Nato kara kuvvetleri bu aşamada İzmir’e ve daha sonra da Konya üzerinden bütün Anadolu’ya gelerek ve yayılarak batı blokunun dünya hegemonya savaşını Türklerin anavatanını cephe ülkesi konumuna çevirerek sürdürecektir . Türk devletine ve milletine bu dışarıdan zorla dayatılan savaş senaryolarına karşı ne dediği sorulmadan bir oldu bitti ile Türkiye Suriye’deki karışıklıklar üzerinden İran ile savaşmak zorunda kalabilir . Nato’nun Türkiye’ye taşınmasıyla ilgili olarak acilen bir referandum yapılması anayasa gereğidir . Türk devletinin yok olmasına yol açabilecek bir haksız savaşa Türk Silahlı Kuvvetlerinin sürüklenmemesi için ,Türk halkının yeterince bilgilendirilmesi ve emperyalizmin bu haksız hegemonya savaşı uğruna Türkiye cumhuriyetinin yıkılmasına gidebilecek haksız bir savaşa ,bizim olmayan bir kavgaya Türk devletinin ,ordusunun ve milletinin alet edilmesinin sorumluluğu çok büyük olacaktır . Daha fazla zaman yitirmeden hem hızla halk oylaması tamamlanmalı hem de bölge ülkeleriyle bir araya gelerek ,Nato benzeri bir güvenlik örgütü yeni Cento olarak , acilen bütün bölge ülkelerinin katılımıyla kurulmalıdır . Suriye’deki Megiddo ovasında başlatılacak ,Armegeddon senaryolarıyla üçüncü dünya savaşına gidiş başka türlü durdurulamıyacak gibi görünmektedir . Seçim sonrasında Türkiye’nin ana konusu ,Suriye savaşının bölge ülkeleriyle işbirliği yapılarak önlenmesi olacaktır . Irak’ı yıkan emperyalizm yrın Suriye ile beraber Türkiye ve İran’ı da yıkacaktır . Bütün bölge ülkeleri hedef olduğuna göre ,yıkılmamak üzere işbirliği ve dayanışma içine girmeleri kaçınılmazdır . Ya Suriye üzerinden üçüncü dünya savaşı ,ya da bölge ülkelerinin dayanışmasıyla merkezi güvenlik örgütü seçenekleri arasında ,Türkiye ikincisini gerçekleştirmek için çok hızlı harekete geçmek zorundadır . Bu doğrultuda bütün siyasi partiler ve ulusal güçlerin her türlü iç meseleyi ve tartışmaları bir yana bırakarak , ortak hareket etmeleri zorunludur .

TERSİNE GÖÇ TÜRKİYE’Yİ BİTİRİR -"ANKARA KALESİ (108)"- Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


ANKARA KALESİ (108) 
TERSİNE GÖÇ TÜRKİYE’Yİ BİTİRİR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


İnsanlık tarihi bir çok göç olayı ile doludur . Tarihin her döneminde yaşanan olaylar ,savaşlar ,hegemonya mücadeleleri ,saldırılar ve işgal girişimleri , siyasal rejim değişiklikleri ,otoriter ve baskı rejimleri ile salgın hastalıklar ve doğal afetler gibi nedenler ya da gerekçelere dayalı olarak her dönemde zamana göre değişik eğilimler gösteren çeşitli göç olayları gündeme gelmiştir . Hiçbir zaman insanlar durduk yerde yaşadıkları yerleri bırakarak başka ülkelere gitmeyi düşünmemişler ,normal koşullarda herkes hayata gelmiş olduğu toprakları anavatanı olarak kabül ederek , bu bölgede yerleşmeye ,ayakta kalmaya ve geleceğe dönük mutlu bir yaşam düzenini doğduğu ve çocukluğunun geçtiği ülkelerde anavatan duygusu içerisinde ailesi ve akrabaları ile yaşam düzenini sürdürmeğe çalışmıştır . Bir anlamda her insan doğduğu toprakların ürünü olarak diğer canlılar ile beraber bir yaşam düzenine doğal koşullarda yönelmiş ve aynı doğallığı ömrünün sonuna kadar sürdürerek vatan duygusu ile yaşadığı topraklara ve ülkelere bağlılık içine girmiştir . Yurtseverlik ya da vatanseverlik olarak tanımlanabilecek bu duygular her insanda farklı biçimlerde öne çıkmış ama insan olan herkeste bu gibi duyguların çeşitli yansımaları her zaman için etkileyici olmuştur . Yaşam insan ile doğal çevre arasındaki bağlantı olarak ele alınırsa ,herkesin en azından doğduğu ve yetiştiği topraklara ya da ülkelere en azından bir bağımlılık içerisinde olduğu görülmüştür . Bu tür karakter özellikleri insanların doğup büyüdükleri ülkelere olan bağımlılıklarını artırmış ve ciddi bir sebep olmadıkça insanlar doğal olarak dünyaya geldikleri kendi vatanlarında yaşamlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir .

İnsan ve çevre ilişkileri açısından konu ele alındığında her insanın dünyaya geldiği doğal yapının bir parçası olduğu görülmüştür . Bu nedenle , özellikle çocukluğun geçtiği ve içinde büyünen anavatanlar bir insan için öncelikli yaşam bölgesi ya da alanı olarak kabül edilmiştir . Ne var ki , yaşam süreci ve bu gelişim çizgisinde ortaya çıkan çeşitli olaylar ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan gelişmeler tarihin her döneminde büyük ve önemli göç hareketlerini de beraberinde getirmiştir . Dünyanın jeolojik gelişim süreci içerisinde ilk canlılar doğal çevre koşulları nedeniyle sürekli olarak yer değiştirmek zorunda kalmışlar , doğal afetler ve benzeri doğa olayları bütün canlılar ile beraber insanları da dünyanın çeşitli coğrafyalarına doğru sürüklemiş ve bu nedenle yerleşik uygarlığa geçmek uzun zaman almıştır . Mevsim dönüşümleri ile beraber ortaya çıkan çevre koşullarında değişiklikler insanları beraberlerinde sürüklemiş ve bu nedenle sürekli göç ilkel dönemde bütün canlılar ile beraber insanların da kaderi olmuştur . İnsanlar hiç istemeden sürekli yer değiştirmek zorunda kalınca , kendilerini bu duruma zorlayan doğal olaylara ve güçlere tapınmak durumunda olmuşlardır . Bugün Afrika ve Okyanusya’nın geri kalmış bölgelerinde hala ilkel dönemlerden kalma doğal olaylara ya da güçlü varlıklara tapınma geleneğinin sürdürmesi , insanların ne denli doğal olaylara esir kalarak ve bunların etkisinde korkarak yaşam mücadelesi verdiklerini açıkca göstermektedir .Göç olgusu insanları her zaman için bir göçebe yaşama mahkum edince ,insanların belirli coğrafyalara yerleşmesi zaman almış ve ancak ortaçağ döneminden sonra derebeylik düzeninin oluşmasıyla beraber dere boyları ve su bölgelerinin kenarlarına insan toplulukları yerleşerek , geleceğe dönük yerleşik yaşam düzeninin temellerini atabilmişlerdir . Yanardağlar ,zelzeleler ,su baskınları ve benzeri büyük olaylar olmadıkça bu aşamadan sonra insanların kolay kolay yer değiştirmedikleri görülmüştür . Bilimsel devrimlerin ortaya çıkması ile yaşam düzenlerinin gelişmesinden sonra ,insanlar doğaya egemen olmağa başlamışlar ve doğal olaylara karşı koyarak daha da ileri gidip direnerek yerleştikleri ülkelerinde kalmışlar ve böylece doğup büyüdükleri vatanlarını terk ederek göç etmemişlerdir .

Orta çağ sonrasında insanlık denizlere egemen olarak beş büyük kıtayı ve yerküreyi keşfederek fethedince ,artık doğal olaylara dayalı göçler geride kalmış , insanlık dünyayı keşif ve kıtaları fethetme serüvenine başlayınca , batı Avrupa’nın emperyalist devletlerinin öncülüğünde bir sömürgecilik düzeni beş yüz yılı aşkın bir süre bütün dünya ülkelerine yayılmış ve böylece eski kıta Avrupa’dan yeni dünya adı verilen Amerika ile diğer kıtalara doğru büyük göçler olmuştur . Emperyalizm ve sömürgecilik batı Avrupa’nın büyük ülkelerini dünya hegemonya kavgasına doğru sürükleyince yeni ve yakın çağlar yoğun siyasal olaylar ile geçmiş ve bu olayların etkisi ile de insan toplulukları sürekli yer değiştirerek yeni siyasal durumlara ya da yeni devlet yapılanmalarına uygun bir biçimde dünya haritası üzerinde yerlerini değiştirmek durumunda olmuşlardır . İnsanlığın son beş yüz yılı böylesine olaylara bağlı gelişmelerin ve bunların doğal sonucu olan göçlerin birbirini izlediği bir dönem olarak dünya tarihinde yerini almıştır . Devletler arası rekabet ve çekişme , dünya kıtalarının fetih yarışı içinde geçen yüzyıllar içerisinde büyük göçlere yol açmıştır . Dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’dan başlayan göç dalgaları ,sömürge imparatorlukları ile bütün kıtalara ve adalara doğru yayılırken bugünkü dünya haritasının oluşumu yüzyıllar boyu gelişmeler ile mümkün olabilmiştir .Dünyaya egemen olma yarışı beraberinde yer küreye egemen olma yarışını da getirmiş ve bu nedenle hem Avrupa kıtasında hem de diğer bölgelerde sürekli savaşlar birbirini izlemiştir . Dünya ülkelerine egemen olma arzusu devletler arasında ciddi çekişmelere yol açınca , giderek güçlerini artıran devletlerin öncülüğünde nüfus yayılması ve göçler daha planlı olarak yapılmış ve bu nedenle bazı etnik gruplar ya da kültürel grupların ülke ya da yer değiştirmeleriyle beraber gene göç olgusunun tarih sahnesinde öne çıktığı görülmüştür .

Yeni ülkelerin keşfi sonrasında kurulan sömürgelerin zaman içerisinde devletleşmesi ve ulusal toplumlara dönüşmesi seyri içinde çeşitli grupların farklı hareketlere yöneldikleri görülmüş ,bazı gruplar içinde yaşadıkları ülkelerin nüfusu ile bütünleşerek uluslaşma süreci içerisinde yaşadıkları ülkenin toplum yapısı içinde yeni ortaya çıkan ulusal yapının bir parçası olmayı kabül etmişler bazıları da bu duruma karşı çıkarak ya ülke değiştirmişler ya da yaşadıkları ülkeleri bölerek kendi ulusal devletlerinin çatısı altında ayrı bir ülke yaratma yoluna gitmişlerdir . Bütün bu gibi gelişmeler beraberinde nüfus hareketlerini de getirince kendiliğinden göç olgusunun gündeme geldiği görülmüştür . Tarihin her döneminde , bu doğrultuda gelişen olaylar çeşitli göç hareketlerine yol açarak bir sonraki dönemin farklı yapılanmalara yönelmesine neden olmuştur . Devletler arası rekabet savaşlara neden olunca galip gelen devletler haritaları kendilerinin güçleri oranında değiştirmişler ve bu yüzden de yenilen ülke halkı ya da belirli nüfus grupları yer değiştirerek başka coğrafyalara giderek oralarda kendilerine yeni yaşam düzenleri kurmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalmışlardır . Galip gelen devletlerin dini , etnik yapısı ya da ulusal kimliği zamanla öne geçince ,diğer kimliğe sahip olan nüfus grupları bir anlamda ötekileşerek yaşadıkları ülkeyi ya terk etmek zorunda kalmışlar ya da baskılara direnirlerse zorla kovulmuşlardır . Avrupa tarihi bu tür olaylara fazlasıyla açık olduğu için bu tür bir çok olay uygarlığın beşiği denilen bu küçük kıtada görülebilmiştir . Bu uygarlık beşiği kıtanın son bin yılı hem dinler ve mezhepler hem de etnik topluluklar ile uluslararasındaki savaşlar ile geçtiği için her dönemde kırılmalar ve bunun doğal sonucu olan zorunlu göç olayları görülebilmiştir . Bu gibi zorunlu göçler yüzünden bir çok akraba kavim ya da topluluk birbirinden çok uzak ülkelere gitmek ve buralarda yeni yaşam düzenleri kurmak gibi durumlara sürüklenmişlerdir . Devletler arasındaki güç çekişmesi ve hegemonya kavgası her zaman için istenmeyen göçlerin ,nüfus kırılmalarının ve zorunlu yer değiştirmelerin ana nedeni olmuştur .

Göçlerin izlediği tarihi seyir , önceleri doğal olaylar yüzünden öne çıkan yer değiştirme haraketleri olarak ortaya çıkmış ve daha sonraki aşamalarda da ülke ve yer değiştirmek anlamında her bölgede görülmüştür . İlk uygarlıkların dünyanın doğu bölgesinde oluşması yüzünden , göç dalgaları önceleri doğudan batıya doğru gelişmiş ve bu yüzden Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer alan Kafkasya ,Anadolu,Orta Doğu ve Balkanlar gibi bölgeler birer kavimler kapısı olarak tarih içindeki gelişmelerde yerlerini almışlardır . Dünyanın merkezi coğrafyasının kavimler kapısı olarak adlandırılmasının ana nedeni doğudan batıya göçler olmuş ve her dönemde göç eden kavimler bu bölgelerden kapı gibi girip geçerek yeni ülkelerine doğru geçişler yapmışlardır . Avrupa nüfusu daha çok Asya ve Orta Doğu bölgelerinden gelen göçler sonucunda oluşmuş ve bu nüfus Avrupa’da yerleşik devlet düzenleri kurduktan sonra batı Avrupa sahillerinden dünyanın bütün kıtalarına ve adalarına yönelen göç sürecini emperyalizm dalgası ile beraber başlatmışlardır . Bu girişimler beş asır boyunca bütün dünyanın batılı güçler tarafından ele geçirilmesini beraberinde getirince ,kıtaların fethini bitiren batının büyük emperyal güçleri yeni aşamada dünyanın merkezi coğrafyasına yönelmişlerdir . Dünya ticaretinin ana yolu olan ipek yolu ilk uygarlığın oluştuğu Çin bölgesinden dünyanın hegemon gücü konumuna gelen batı Avrupa’ya doğru yöneldiği için , batı merkezli emperyal dünya gücü kendisine doğudan gelerek ulaşan bu ipek yolunu denetimi altına almak istemiş ve bu nedenle de ,yer kürenin merkezi alanına yönelmiştir . Kuzeyde oluşan büyük güç olarak Rus Çarlığı Doğu Anadolu üzerinden Orta Doğu’ya yönelirken ,batının o dönemdeki en büyük gücü olarak Büyük Britanya İmparatorluğu Kıbrıs ‘ı işgal ederek Orta Doğu’ya giriyordu . İşte bu yöneliş bir süre sonra ,.hem kuzeydeki hem de merkezdeki iki büyük imparatorluğu yok edecek doğrultuda birinci cihan savaşını gündeme getiriyor ve eski dünya düzeni bu yüzden yıkılıyordu .

Batı Avrupa merkezli Atlantik güçleri , tarih öncesinden gelen Atlantis kıtasının dünya hegemonyası planlarına uygun olarak bütün dünya kıtalarını denizler ve okyanuslar üzerinden ele geçirdikten sonra , doğuya yönelerek merkezi alana gelmeleri ve merkezin kuzeyi ile ortasında bulunan iki büyük imparatorluğu savaşlara sürükleyerek yok olma noktasına sürüklemeleriyle beraber bir başka göç dalgası beraberinde gündeme gelmiştir . Fransız devrimi sonrasında Avrupa ülkelerinde uluslaşma cereyanları hız kazanırken , çok uluslu heterojen bir yapıya sahip olan Rus Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu çeşitli mikro milliyetçilik cereyanları ile karşı karşıya kalmışlardır . Ruslar alternatif bir halkçılık akımını devlet gücü ile ortaya koyarak mikro-milliyetçiliğin koskoca imparatorluğu bölmesini önlemişler ,ne var ki Osmanlı devleti bu mahareti gösteremediği için mikro-milliyetçilik akımlarının Balkanlar üzerinden ülkeyi bölmesini önleyememiştir . Batı Avrupa ülkeleri mikro-milliyetçiliği dışarıdan kışkırttıkça Osmanlı devleti dağılma süreci içerisine girmiş ,Rusya’da da benzeri oyunlar oynanmak istenmiş ama Osmanlı ülkesinde olduğu gibi somut sonuçlar ortaya çıkmamıştır . Balkanizasyon süreci Osmanlı devletini iki Balkan savaşına sürüklemiş ve bu büyük merkezi imparatorluk Avrupa kıtasından geri çekilmek zorunda kalmıştır . İşte bu olay bir büyük göç dalgasını da beraberinde getirmiştir . Viyana önlerinden geri çekilen Osmanlılar ana ülkeleri olan Balkan yarımadasını ellerinden kaçırırlarken ,İstanbul’a kadar geri çekilmek zorunda kalmışlar ve bu nedenle de bütün Balkan ülkelerinde yaşamakta olan Türk ve Müslüman Osmanlı ahalisi ana ülkeden kaçarak arka ülke olan Anadolu yarımadasına gelmişlerdir . Boşnaklar,Arnavutlar, Pomaklar, Bulgaristan ve Yunanistan Türkleri yeni kurulan küçük hırıstıyan devletlerde yaşamak istemeyerek Osmanlı devletinin ana gücü olan Türk ve Müslümanların çoğunlukta oldukları Anadolu yarımadasına göçetmişlerdir . Anadolu’ya yapılan Balkan göçlerinin ana nedeni , Osmanlı devletinin tıpkı Endülüs devleti gibi Avrupa topraklarından geri püskürtülerek çıkarılmasıdır . Bugün Türkiye nüfusunun beşte biri oranında büyük bir nüfus Balkan göçmenlerinin oluşturdukları bir yeni yapılanmadır .

Batı merkezli yeni dünya yapılanmasının sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’dan dışlanırken , bir de kuzey merkezli bir Büyük Rusya oluşturma planı devreye grmiştir . Özellikle Fransız devrimi sonrasında en güçlü milliyetçilik akımlarının Rusya’da ortaya çıkması ve bunun sonucunda kısa zamanda güçlü ve büyük bir nüfustan oluşan Rus milletinin tarih sahnesine çıkmasıyla beraber olaylar birbirini izlemiş ve bu durumun doğal sonucu olarak da çeşitli göç olayları tarih sahnesinde öne çıkmıştır . Uçsuz bucaksız kara topraklar da gelişmiş tarımın yapılmasıyla Rus nüfus hızla artmış ve Ruslar on sekizinci yüzyıldan sonra kuzeyden güneye doğru inmeğe başlamışlardır . Rusların tıpkı batı Avrupalılar gibi dünya hegemonyasına soyunmasıyla sıcak denizlere ulaşmak jeopolitik hedef olarak ortaya konulmuş ve bu aşamadan sonra kuzeydeki dev güneye inmeğe başlayınca merkezdeki dev ülke olan Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya kalmıştır . On dokuzuncu yüzyılın tam ortalarında gerçekleşen Kırım savaşı ile beraber bu yarımada Rusların eline geçince buradan Tatarlar ve Yahudiler güneye doğru göç etmeğe başlamışlar , yirmi yıl sonra benzeri bir saldırı savaşı na Ruslar Kafkasya’da girişince , bu sefer de Kafkas Türkleri ile Çeçenler ve Çerkezler ‘de gene güneye doğru harekete geçerek merkezi coğrafyanın büyük devleti olan Osmanlı devletine sığınmışlardır .Batı’dan doğuya yönelen Atlantik emperyalizmi merkezi coğrafyaya egemen olma aşamasında Osmanlı devletini Avrupa’dan çıkarmış ve böylece Balkan göçmenleri Osmanlı devletinin çeşitli bölgelerine gelerek yerleşmişlerdir . Aynı biçimde kuzeydeki büyük güç olan Rusya güneye doğru harekete geçince önce Kırım ve daha sonra da Kafkasya’ya işgal edince bu iki bölgeden önemli göç hareketleri merkezi coğrafyaya doğru zorunlu olarak başlatılmış ve kısa zamanda Osmanlı İmparatorluğunun arka ülkesi olan Anadolu yarımadası ana ülke konumuna gelerek ,kuzeyden ve batıdan kovulan çeşitli toplulukların yeni vatanları olarak yerleştikleri ülke olmuştur . Osmanlı imparatorluğu Balkanizasyon ile dağılırken , Avrupa’nın dışında bırakılan bir konumda çeşitli bölgelerden göç eden Osmanlı ahalisinin , Türklerin,Müslümanların ve Yahudilerin geldikleri yeni bir yaşam ülkesi olarak Anadolu’da ciddi bir nüfus artışı meydana gelmiştir .

Atlantik emperyalizmi İngiliz ve Fransız orduları ile merkezi devlet olan Osmanlı imparatorluğunu yıkarken , Anadolu bir göçmen ülkesi konumuna zorunlu olarak gelmiştir . Rus genişlemesinin sonucunda kuzeyden gelenler ile , Osmanlı’ların Avrupa’dan kovulmaları ile batıdan gelenler daha sonraki aşamada Orta Doğu’nun Arap ülkelerinden gelen çeşitli Türk asıllı Müslüman topluluklar ile birleşince ,yirminci yüzyılın başlarında Anadolu yarımadasında on iki milyonluk bir nüfus birikimi olmuştur . Birinci Dünya savaşı ve sonrasında kurtuluş savaşı sırasında emperyal devletlere karşı savaşan Anadolu ve Rumeli halkı savaş süreci içerisinde ciddi bir ulusal direniş göstererek uluslaşma süreci içerisine girmiştir . Savaş sonrasında yeni bir ulus devlet kurulurken , cumhuriyetin vatandaşlarının yarısından fazlası göçmenlerden oluşuyordu . Balkan yarımadasından , Kafkas ülkelerinden , Kırım bölgesinden,Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinden gelen eski Osmanlı ahalisi , göç ettikleri merkezi ülkenin yeni yurttaşları olarak ülkelerinde kurulan genç cumhuriyetin eşit koşullarda vatandaşı konumuna geliyorlardı . O dönemin koşullarında Avrupa tipi ulus devlet modası geçerli olduğu için ve Avrupa’nın yanı başında bir merkezi imparatorluğun çökertilmesi sonrasında Sovyetler Birliğinin önünü kesecek derecede güçlü bir tampon merkezi bir devletin üniter yapıda kurulması gerektiğinden , Anadolu’nun yeni yurttaşları cumhuriyet rejiminin sahipleri olarak devreye giriyorlar ve bu doğrultuda hareket ederek göç ettikleri ülkenin kalkınması ve yükselmesi için ellerinden gelen mücadeleyi Atatürk’ün öncülüğünde yürütüyorlardı . Atatürk bu yüzden ,Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katılan ve göçmenlerin de içinde yer aldığı bütün Anadolu halkının her ferdini eşit bir yurttaş olarak görüyor ve anayasal düzen içinde herkesi eşit Türk vatandaşı olarak ilan ediyordu .

I915 yılında Atlantik emperyalizmi adına Çanakkale önüne gelen İngiliz ve Fransız orduları Birinci dünya savaşı sırasında merkezi devlet olan Osmanlı imparatorluğunu tasfiye ederlerken , Kuzey Afrika,Orta Doğu,Balkanlar ve Kafkaslar’da yer alan eski Osmanlı ülkelerini birer birer kendi kontrolları altına alarak bunları sömürgeleştiriyorlardı . Böylece merkezi gücü tasfiye ederken , bu devletin çekildiği ülkelerin Türk ve Müslüman halklarının Osmanlıların merkezi ülkesi olan Anadolu yarımadasına yönelmelerine ve buralara göç etmelerine neden oluyorlardı . İngilizler ile Fransızlar eski Osmanlı hinterlandını cetvel ile bölerek yeni Orta Doğu haritasını çiziyorlar ve böylece ,kendi kurdukları manda ve dominyon yönetimleri ile eski Osmanlı bölgelerini önce sömürge daha sonra da bağlı devletler konumuna getiriyorlardı . Merkezi imparatorluğun tasfiyesi Anadolu’ya göçleri artırırken , merkezi imparatorluk ortadan kalkıyordu ama bunun yerine gene merkezi konumda orta boy bir ulus devlet Sovyetler Birliğine tampon olabilecek güçte ve boyda kuruluyordu .O dönemin Atlantik güçlerinin merkezi alanı kontrol etmek için yapabildikleri böylesine bir yapılanmayı kurmaktı . Daha ötesine giderek Anadolu’yu bütünüyle ele geçirmeğe cesaret edemediler çünkü o dönemin koşullarında var olan Sovyetler Birliği soğuk savaşın karşı gücü olarak her an için Anadolu’ya girebilirdi . Kurtuluş savaşını kazanmış bir Türk devleti büyük savaş birikimine sahip olan ordusu ile beraber , Sovyetler Birliğine karşı tampon görevini yerine getirebilir ve bu büyük jeopolitik gücün sıcak denizlere inmesini önleyebilirdi . Nitekim ,soğuk savaş döneminde olaylar bu doğrultuda gelişmiş ,Arnavutluk ile Yugoslavya Varşova paktından çıkartılmış , Vietnam’da savaş çıkartılarak Sovyet gücünün sıcak denizlere inmesi önlenerek , kenar kuşak kuşatmasıyla bu büyük gücün zaman içerisinde kuzeye hapsedilerek çökertilmesi sağlanmıştır . Kırım,Kafkas ve Balkan göçmenleri daha çok Rusya ‘nın baskılarıyla göç etmek zorunda kaldıkları için Türkiye’de anti-sovyetizmin gelişmesine katkıda bulunarak , soğuk savaş döneminde Türkiye’nin batılı emperyalistlerin istediği gibi Rusya ve komünizm karşıtı bir çizgide olması sağlanmıştır .

Soğuk savaşın batı baskılarıyla sona erdirilmesi ve Sovyetler Birliğinin tasfiyesi üzerine küresel emperyalizm aşamasına gelinmiş ve bu noktadan sonra Atlantik güçleri merkezi imparatorluk olan Osmanlı devletinin yerine kurulmuş olan merkezi üniter devlet olarak Türkiye’yi hedef olarak seçmişler ve bu ülkenin dışa bağımlı işbirlikçi siyasal kadrolar aracılığı içeriden ele geçirilmesini sağlamışlardır . İkinci dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD ve ve bu büyük gücün desteği ile kurulmuş olan İsrail devleti beraberce her zaman Türkiye’ye içeriden müdahale etmişler ve bu ülkeyi Türklerin yönetmesine kesinlikle izin vermeyerek , Atatürk’ün bağımsız cumhuriyetini yarı bağımlı sömürge konumuna getirmişlerdir . Osmanlı sonrası bölgeye gelen Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa ikinci dünya savaşı sonrasında yerlerini Amerika ve İsrail ikilisine bırakınca ,bu emperyal ikili Kürt sorununu kaşıyarak bölge ülkelerinin parçalanmalarına giden yolu açmışlar ve bu sorun ile Türk devletinin ortadan kalkmasına yol açacak bir siyasal süreci zorla gündeme getirmişlerdir ., Güneydoğu halkını kasıtlı olarak bir etnik kimlik ile tanımlayan Atlantik emperyalizmi ile İsrail siyonizmi böylece , ulusal kurtuluş savaşı ile Türkiye’de tarih sahnesine çıkmış olan Türk ulusunu tasfiye sürecini başlatmışlardır .Kürt kartı ile Türk kimliğini aşağıya indirirlerken , Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler , Yahudiler,Ermeniler,Rumlar ve diğer Lövanten gruplar da kasıtlı olarak alt kimlikleriyle öne çıkarak Türk kimliğine zarar vermişler ve böylece Türkiye’de yaşayan göçmen toplulukların eskisi gibi alt kimliklerine dönüşünü sağlayacak bir geri gidişi gündeme getirmişlerdir . Hırıstıyanlar yeni bir Bizans arayışına girerlerken Yahudiler de Büyük İsrail arayışı içerisinde hem Kürt kimliğini kışkırtmayı hem de bu alt kimlikçiliği insan hakları adına öne çıkartarak Türk ulusal kimliğini parçalayacak derecede göçmen kesimlerin önceki kimliklerine geri dönüşlerini sağlayacak bir kaotik ortamı Avrupa Birliği üzerinden ileri demokrasi görünümü ile yaratmanın yollarını aramışlardır .Bir anlamda ikinci bir Yugoslavya olayını Türkiye’de sahneleyebilmenin yollarını aramışlardır . Yugoslavya’nın dağılışı nasıl bir yeni göçmen dalgası yarattı ise ,aynı şekilde Türkiye’nin dağılmasıyla beraber Anadolu yarımadası üzerinde yeni bir göç dalgası ortamının hazırlanmak istendiği görülmüştür .Böylece , Osmanlı imparatorluğu dağılırken ortaya çıkan merkezi bölgeye göç olgusunun , merkezi ülkenin tasfiyesi ile geri çevrilmek istendiği gibi bir durum ortaya çıkmıştır . Ayrıca Türkiye’nin topraklarının büyük kısımlarını satın alarak ,yer altı zenginliklerine ve madenlere el koyarak bu ülkeye yerleşmeğe başlamışlardır .

Küreselleşme döneminin son yıllarında , Balkan,Kafkas ve Kırım ve Rusya göçmenlerinin geldikleri yerlere geri dönmeleri gibi bir sürecin , Anadolu üzerinde tam egemenlik kurmak isteyen Amerikan emperyalizmi ve İsrail siyonizmi tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır . Bu plana göre , Boşnaklar Bosna’ya,Arnavutlar Arnavutluğa ,Tatarlar Kırım’a ,Çeçenler Çeçenistan’a ,Çerkezler Kafkasya’ya ,Gürcüler Gürcistan’a ,Araplar Arap ülkelerine , ve Sabataylar Makedonya’ya geri döneceklerdir .Böylece Anadolu nüfusunun yarısından fazlası tersine göç ederek geldikleri yerlere geri dönecekleri için Türkiye boşalacaktır .Boşalan Türkiye’ye de Amerikalılar,İngilizler ve Yahudiler gelerek yerleşecekler ve dünyayı artık merkezden yönetme şansını elde edeceklerdir . Tıpkı İngilizlerin ve Fransızların merkezi coğrafya hegemonyası doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğunu yıktıkları gibi ,Amerikalılar ve İsrail’liler de Türkiye Cumhuriyetini yıkarak merkezi coğrafyaya tam olarak egemen olabileceklerdir . Bir anlamda İngilizlerin başlattığı merkezi ele geçirme sürecini ABD İsrail ile birlikte tamamlayarak ,dünyanın jeopolitik merkezinin batı hegemonyasına geçişini tamamlayacaklardır . Bu nedenle ,Türkiye’nin boşaltılması ve emperyalistlere karşı Anadolu’da ulusal direnişi yürüten Kırım;Balkan ve Kafkas göçmenlerinin ülkeden dışlanmalarıyla Atlantik emperyalizmi ve siyonizm ittifakı bir diğer adı ile siyono-emperyalizm artık dünyayı merkezden yönetme şansını elde edebilecektir . Onların bu amaçları uğruna Türkiye nüfusunun yarısına yakınını oluşturan göçmen topluluklarının tersine bir göçe yönlendirildikleri anlaşılmaktadır . Tersine göç ile , Türkiye’ye Osmanlı sonrası gelen göçmen kitleler geldikleri ülkelere geri dönmeğe ikna edebilirse ve onlara bu konuda yardım yapılabilirse o zaman Atlantikçi Siyonistler ya da siyonist Atlantikçiler muratlarına ermiş olacaklardır . Osmanlı sonrasında geri çekilen ülkelerden gelen göçmenleri toparlayarak bir ulusal kurtuluş savaşı zaferi ile ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkılışı böylece , göçmenlerin tersine göçe yönlendirilmeleriyle sağlanacaktır . Dünyanın merkezinde göçler yolu ile ortaya çıkarılmış bir üniter devletin dağıtılması böylece tersine göç süreci ile başarılmış olacaktır .

İstanbul’u dünya ticaret merkezi yaparak ,İzmir’e Nato merkezini taşıyarak , Ankara bölgesini dünyanın ana kalesi olarak devreye sokarak bir dünya imparatorluğunu küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda kurmak isteyenler ,ulusal kurtuluş savaşının bir kazanımı olarak ilan edilmiş olan Türk devletini kurtarmak için kurtuluş savaşında ikinci ülkeleri için cansiperane savaşan göçmen Türk vatandaşlarını eski ülkelerine yönelterek ,Türk devletinin toplumsal tabanı olan Türk ulusunu parçalayarak yok etmek istemektedirler . Anayasadan Türk kimliğinin kaldırılmak istenmesinin sebebi bu emperyal planının önünün açılmak istenmesidir . Bir Türkiye Cumhuriyeti başbakanının ortaya çıkarak kendisini Türk olarak değil ama ,Türkiyeli olarak ilan etmesi de bu planın bir parçası olarak görünmektedir . Anadolu yarımadası üzerinde Türk devleti ile beraber Türk milleti de ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu yapının kurulmasında birinci derecede etkili olan göçmen vatandaşlar ise geldikleri ülkelere geri gönderilerek merkez ülke boşaltılmak istenmektedir . Tatarlar ile Kırım ,Çerkezler ile Kafkasya,Balkan göçmenleri ile Doğu Avrupa , Rusya’ya,Çin’e ve Avrupa Birliği’ne karşı kontrol edilmek istenmekte ve merkezde siyono-atlantik bir hegemonya düzeni oluşturulmak için çalışılmaktadır .Balkan göçmenleri ile Tatar ve Çerkez Derneklerinin ve yayın organlarının geri dönüş doğrultusunda çeşitli kampanyalara kalkışmalarının arkasında emperyalizmin Türkiye’yi dağıtma operasyonunun bir parçası olan tersine göç senaryosunun etkisi olduğu açıkca görülmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önemli görevler yerine getiren göçmen kitlelerinin geldikleri yerlere geri gönderilmeleriyle , Türk devletinin gücünün azaltılacağı ve tasfiyesinin daha kolay olacağı ve direnen kitlelerinin bu yoldan azaltılacağının hesaplarının yapıldığı anlaşılmaktadır . Türklük ortadan kaldırılınca herkes alt kimliğine dönerek geldiği ülkeye yönelerek tersine göç planının uygulanmasında kendiliğinden rol alacaktır . Bu plana göre , Türk kimliği ile beraber Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu da tarihteki yerine alarak ortadan kalkacaktır .

Daha önceki bir makalemizde öne sürdüğümüz bir bilimsel teze göre ,atmosferin ısınmasıyla kutup buzlarının erimesi gündeme gelmekte , eriyen buzullar nedeniyle okyanuslardaki sıcak su akımları gelecekte kesilecek ve bu yüzden Kuzey Amerika ve Avrupa kıtası buzul çağına geri döneceği için batılılar kendilerine yeni yurt aramaktadırlar . Bu doğrultuda Türkiye ve İran topraklarını merkezi bölge oldukları için batılıların yeni yurtları olarak seçtikleri ama buralara gelebilmeleri için de ,İran ve Türkiye’nin boşaltılması gerektiğini belirli çevreler tartışmaktadırlar .Türkiye ve İran’ın boşaltılmasında birinci seçenek olarak Türkiye ve İran’ın birbirleriyle savaştırılması düşünülmektedir .Bu amaçla on senedir iki ülke birbirine karşı kışkırtılmakta ama sonuç alınamamaktadır . Bu doğrultuda ikinci plan olarak şimdi tersine göçün devreye sokulmağa çalışıldığı ortaya çıkmıştır . Özellikle göçmen dernekleri ve kuruluşları bu doğrultuda dışarıdan desteklenmekte ve batılı ülkelerin maddi destekleri ile geri dönüş senaryoları alt kimliklerin kışkırtılmasıyla beraber devreye sokulmağa çalışılmaktadır . Batı emperyalizmi merkezi coğrafyaya tam olarak egemen olmak veböylece doğulu büyük güçlerin merkezi ele geçirmesini önlemek istemektedir . Savaş senaryolarının sökmediği bir aşamada tersine göç senaryolarının devreye sokulma istenmesi çok düşündürücüdür . Okyanus ötesinden dünyayı yönetemeyenler merkezden yönetime soyundukları bu aşamada ,merkezi devlet olan Türkiye’yi İran ile beraber tasfiye ederek merkeze yerleşmek için yoğun çaba sarf etmektedirler .Savaş çıkartamayanların tersine göçü zorlamaları hegemonya planlarını açıkca ortaya koymaktadır . Artık her şey gizlenemiyecek derecede açığa çıktığı için , geleceği her yönü ile açıkca konuşmakta ve tartışmakta dünya barışı açısından büyük yararlar vardır .

Bu aşamadan sonra Türk milleti bir karar verecektir . Eğer hala Türk milleti varsa ,Türkiye’nin ulusal toplumunu parçalayarak dağıtacak bu tersine göç senaryosuna karşı , toplumun bütün kesimlerinin ve Türk ulusunun her ferdinin bir araya gelerek bu oyunlara karşı çıkması ,gerekirse yeni bir ulusal kuruluş mücadelesine kalkışılması gerekecektir . Ulusal kurtuluş savaşının kazanımlarını Türk ulusunun elinden alacak ve merkezi coğrafyayı emperyalistlere teslim edecek her girişime karşı Türk ulusu ,Misakı Milli sınırları içerisinde tam bir birlik sağlayarak sağlam durmalı ve bütün emperyal oyunları bozabilmelidir . Göçmenler artık yüz yılı aşkın bir süredir bu ülkenin insanları ve Türk ulusunun kopmaz birer parçasıdırlar ve onları geldikleri ülkelere geri göndererek hiçbir güç bu ülkeden koparamaz . Bu gerçeği bütün emperyalistlerin bilmesinde yarar vardır .

5 Haziran 2018 Salı

TÜRKİYE’NİN İKİ PARTİLİ SİSTEME ZORLANMASI - "ANKARA KALESİ, NO: 107" - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


ANKARA KALESİ, NO: 107
TÜRKİYE’NİN İKİ PARTİLİ SİSTEME ZORLANMASI
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


Türkiye son hızla yeni bir genel seçimlere doğru gitmektedir . Anayasal düzen çerçevesinde normal koşullarda yapılması gereken genel seçimler bu sene 12 Haziran tarihinde yapılacaktır . Her nedense sonbahar aylarında yapılan referandum da 12 Eylül günü gerçekleştirilmişti .Şimdi genel seçimlerin de 12 Haziran günü yapılmak istenmesi de bu kadar çok 12 rakamının Türk siyasetinde kullanılmak istenmesinin arkasında başka bir niyet olup olmadığı konusunda ister istemez insanı düşündürmektedir . Soğuk savaşın son döneminde gündeme gelen iki askeri müdahale için de 12 Mart ve 12 Eylül tarihlerinin seçilmiş olması de bir tesadüf olamaz olarak görünmekte ve 12 rakamının arkasına gizlenen bazı güçlerin Türkiye’de oynanmak istenen siyaset oyununda hedefi on ikiden vurmak gibi bir çabanın içinde olduklarını göstermektedir . Siyaset yarışında hedefi on ikiden vurmak isteyenler ya askeri dönemlerin tarihini belirlerken 12 rakamını öne çıkarmışlar ya da referandum ya da genel seçimler gibi halkı oy sandığının başına götürecek olaylarda da gene 12 den vurmak üzere tarihleri ayın on ikinci günü olarak belirlemişlerdir . Bu durum son referandum tarihi belirlenirken iyice açığa çıkmış ve hiç ilgisi yokken 12 Eylül rejimini gündeme getirerek gerçek gündemi saptırmak isteyen siyasal iktidar ,özgürlükçü bir ortamı 12 Eylül askeri dönemini yargılatarak yaratmış ve bu durumdan yararlanarak yargı gücünü ele geçirmeyi başarmıştır . Son bahar aylarındaki halk oylamasında siyasal hedefini on ikiden vurmayı başaran bugünkü iktidar partisinin genel seçimleri de on ikiden vurarak kesin bir zafer elde edebilmek uğruna bu kez de 12 Haziran tarihine öncelik verdiği görülmektedir . Emperyalizm Türkiye’yi yeniden kendi istediği düzene sokarken , ülkemizi on ikiden vuran dönüşümlerde 12’li günlere özel bir önem ve anlam verdiği artık açıkca anlaşılmaktadır .

Bu yılki genel seçimlere on beş siyasal parti katılmaktadır . Seksen milyonluk Türkiye’de halen yetmiş siyasal partinin aktif olduğu ve bunların içinden otuza yakının seçimlere girmek üzere harekete geçtiği ama sonunda on beş parti ile sınırlanan bir oy pusulasının halk kitlelerinin önüne getirileceği belli olmuştur . Nüfusa oranla Türk halkının genel seçimlerde on beş parti tarafından temsil edilmesi batı demokrasileri standartlarında normal karşılanması gereken bir durumdur . Böylesine bir tablo da Türk siyasetinin çok partili demokrasiye angaje olduğu ortaya çıkmakta ve geçmişten gelen çizginin bu doğrultuda devam edip gittiği görülmektedir . Hal böyle o5lmasına rağmen dünya jandarmalığına soyunmuş olan Amerika Birleşik Devletlerinin bir türlü Türk demokrasisinin çok partili yapısını kabül etmek istemediği ve aynaya bakıp kendinde gördüğü iki partili demokratik sistemi bir çuval gibi Türkiye’nin de başına geçirmek için fırsat kolladığı çeşitli gelişmeler sonucunda kesinlik kazanmıştır .İngiltere’den kaynaklanan bir Anglo-sakson kültürü üzerine kurulmuş olan Amerikan rejiminde, dünya devleti konumundaki güçlü sermayenin kontrolu altındaki siyasal mekanizma iki partili sistem doğrultusunda çalıştırılarak bir anlamda üç yüz milyonluk seçmen kitlesini kandıran bir Tahteravalli oyunu medya üzerinden kamuoyunda sergilenmektedir . Küresel sermayeye tam olarak teslim olmuş olan Amerikan devletinin yetkilileri de para babalarının kendilerini yönlendirdiği biçimde bir Amerikan demokrasi oyununu ,dünyanın önde gelen ülkelerine de empoze ederek ,kendi sistemleri üzerinden bir küresel hegemonya arayışı içine girmişlerdir .

Dünyanın en büyük ve güçlü ülkesi olmasına rağmen Amerika’nın anlamadığı ya da göremediği bir çok unsurun siyaset sahnesinde belirleyici olduğu söylenebilir . Beşyüz yıl dünyayı yönetmiş İngiltere’nin bile çok iyi bildiği jeopolitik gerçeklerden uzak bir Amerikan politikasının ne denli başarısız kaldığı Türkiye’deki gelişmelerle ortaya çıkmıştır . Her ülkenin kendine özgü koşulları bulunduğu ve bu özel durumun dünya haritasındaki konumlara göre değiştiği ,ülkeler üzerinde kurulu bulunan devletlerin jeopolitik konumlarına göre farklı özellikler arzettiği ,bu durumları dikkate almayan politik yaklaşımların ise hiçbir biçimde etkili olamadığını ,nedense Amerikalı dostlarımız bir türlü görmek istememekte ve hala kendi bildikleri doğrultuda uyguladıkları sistemlerini on bin kilometre ötedeki Türkiye’de devreye sokarak iki partili demokrasi yaratabilmek için ciddi zorlamalar yapmaktadırlar . Dünyanın merkezi coğrafyasında Akdeniz diye bir orta denizin bulunduğunu ve bu havzanın kendine has özelliklere sahip olduğunu artık bütün batılı ülkeler gördüğü gibi Amerika’nın da görmesi gerekmektedir . Akdeniz kıyısındaki ülkelerde siyasal kültür çok yönlüdür ve kesinlikle siyasal sistemler bu doğrultuda etkilenmektedirler . Avrupa’nın Akdeniz ülkeleri ile Afrika’nın Akdeniz ülkeleri karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişler ve bu nedenle Akdeniz havzası Avrupa ve Afrika kıtalarının dışında farklı bir çizgide çok kültürlü bir yapılanmayı da beraberinde getirmiştir . Afrika ülkelerinde Avrupa üzerinden batı etkisi öne çıkarken , güney Avrupa ülkelerinde de karşı kıyıdan esen rüzgarlar farklı kültürel yapıları Avrupa kıtasına taşımıştır . Bu doğrultuda İspanya,Fransa,İtalya ve Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde her zaman için çok partili siyasal sistemler var olmuş ve Amerikan müdahaleleri bu gibi ülkelerde iki partili siyasal sistem yaratmakta başarısız kalmıştır . Türkiye’de bir Akdeniz ülkesi olarak her zaman için çok partili bir siyasal arenaya sahip olmuş ve bu doğrultuda ülkenin siyasal sistemi günümüze kadar gelmiştir . ABD’nin Orta Doğu bölgesine gelmesinden sonra sürdürdüğü baskılar ile Türkiye’yi iki partili sisteme zorlama girişimleri her zaman için başarısız kalmıştır . Türk toplumu bir Akdeniz ülkesindeki çok kültürlülüğü her zaman için gösterdiğinden Amerikalıların iki partili sistem üzerinden Türkiye’yi kontrol etme düşünceleri hiçbir zaman için gerçekleşememiştir .

Son derece değişik bir jeopolitik konuma sahip olan Türkiye Akdeniz özellikleri gösterdiği gibi aynı zamanda Karadeniz ,Asya,Kafkasya ve Balkan kültürlerinin kesişme noktasında bir ülke olarak diğer Akdeniz ülkelerinden kat kat fazla bir çok kültürlü yapıyı kendi içinde barındırmış ve bu nedenle de elli yıllık Amerikan çabaları sonuçsuz kalmıştır . Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan merkez ülke olarak Türkiye üç kıta arasındaki kesişme noktalarının kültürel boyutlarını her zaman için kendi içinde taşımış ve bu doğrultuda kendine özgü bir gelişme süreci içerisinde siyasallaşma çizgisini bugüne kadar sürdürebilmiştir . Bu bölge için dışarıdan, hele batıdan çizilen hiçbir model ya da siyasal senaryo istendiği gibi uygulama alanına aktarılamamış ,zaman içerisinde Türk toplumunun doğal tepkileri olduğu gibi , ters çizgide siyasal oluşumlar da gene tepkisel olarak gündeme gelebilmiştir . Bütünüyle ABD destekli olarak gündeme gelen askeri dönemlerde Türkiye yeniden yapılandırılırken iki partili sisteme doğru zorlamalar yapılmış ama ilk genel seçimlerde bu tür tezgahların bozulduğu ortaya çıkmıştır . Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türk siyaseti merkez sağ,merkez sol,milliyetçi ve dinci olmak üzere dört parti üzerinde doğal gelişim seyrini sürdürürken ara rejimler ve askeri yönetimler üzerinden yeniden dizayn edilen Türk siyasetinde eski partiler kapatılarak böylesine bir gelişimin önü kesilmek istenmiş ve okyanus ötesinden icazetli sol ve sağ ya da demokrat ve cumhuriyetçi partiler üzerinden ABD modeli batıya bağımlı bir siyasal sistem iki parti üzerinden devreye sokulmak istenmiş ama bir türlü başarılamamıştır . Uzun süren Nato güdümlü son askeri dönemde devleti kuran Atatürk’ün partisi bile uydurma gerekçeler ile kapatılmış ama bozulan dengelerin zorlamasıyla daha sonraki aşamada yeniden açılması söz konusu olmuştur . Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesini taşıyan Atatürk’ün partisinden kurtulmak isteyen Atlantik emperyalizmi ,Nato harekatı sonucunda gündeme gelen 12 Eylül rejiminden yararlanarak en büyük siyasal engelden ara rejim koşullarında kurtulmak istemiştir .

Okyanus ötesinden dünyayı yönetmeğe çalışan Amerikan emperyalizmi , merkezi coğrafyada kendisine bağımlı yeni bir siyasal düzeni Büyük Orta Doğu Projesi görünümünde dışarıdan dayatırken Türkiye üzerindeki eski hesaplarını yeniden devreye sokarak , 2011 seçimlerinde Türkiye’yi yeniden iki partili sisteme doğru zorlamaktadır . Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir biçimde kurulur kurulmaz iktidara getirilen Büyük Orta Doğu Projesinin ılımlı İslamcı partisini merkez sağ çizgiye oturttuktan sonra , geride kalan laik ve cumhuriyetçi eski merkez sağ kadroları hızla tasfiye eden bir plan doğrultusunda eski İslamcı kadrolar yeni merkez sağ olarak Türk siyasetinde öne çıkarılmıştır . Böylece Türkiye üzerinden İslam dünyasını kontrol etmek isteyen ABD için yeni strateji Atatürk’ün ülkesinde uygulanmağa başlanmıştır . Küreselleşmenin getirdiği bütün avantajlardan yararlandırılan merkez sağın ılımlı İslamcı partisi Türkiye’yi iki partili sisteme sürükleme yolunda sağdaki bütün alternatiflerini devre dışı bırakabilmek için her yolu denemiş , eski merkez sağ partilerin tek bir çatı altında toplanmalarını çeşitli yollardan engellemiş ve iktidar olanaklarının verdiği güç ile de kendisinin dışında yeni bir siyasal oluşumun merkez sağda öne çıkmasını engellemiştir . Bugün Türkiye seçime giderken ,merkez sağdaki çekişmenin geride kaldığı ve ılımlı İslamcı iktidar partisinin bütünüyle merkez sağın eski tapulu arazisinin üzerine oturduğu görülmektedir . Satılık politikacılar yüzünden bir araya gelemeyen laik ve cumhuriyetçi merkez sağ kadrolar ,sonunda küçük yapılara bölünerek tasfiye sürecine doğru sürüklenmişlerdir . Önümüzdeki genel seçimlerde eski merkez sağ kadroların bazı küçük partilerde kendilerini tatmin etmeğe çalıştıkları görülmektedir . İktidar partisi de bu durumu elleriyle hazırlayarak ,kendisinin işgal ettiği merkez sağ alanda eski kadroların yeniden laik ve cumhuriyetçi bir çizgide öne çıkmalarına izin vermemektedir .

2011 seçimlerine giderken , bütünüyle tasfiye edilmek istenen merkez sağ kesimin yetkili temsilcilerinin ,merkez sol parti ile milliyetçi parti listeleri üzerinden meclise girmeğe çalıştığı görülmüştür . Merkez sağın eski tapulu arazilerinin yarım yüzyıllık eski önderi kendi tabanı olan partileri kaybedince , Atlantik ötesinden tezgahlanan iki partili oyunu bozmak ve cumhuriyetin laik yapılanmasını korumak üzere, kendisine yakın bir kadronun meclise girme şansı olan merkez sol ve milliyetçi parti listelerinden aday gösterilmelerini sağlamıştır . Böylece merkez sağ eski biçimi ile tam bitti denilirken , bu kesimin önde gelen kadrolarının merkez sol ve milliyetçi partiler aracılığı ile meclise taşınmağa çalışıldığı görülmektedir . Seçimlere giderken yeniden kurulan Menderes’in partisi aracılığı ile merkez sağın meclise girmesi için bir “Evimiz Türkiye” projesi tam devreye sokulurken ,bir cemaat kadrolaşmasının bu partinin başına getirilmesiyle milli burjuvazinin yeniden iktidar arayışının önü kesilmiş ,böylece iki partili sistem doğrultusunda merkez sağ alanın ılımlı İslam partisinin tekelinde kalması sağlanmağa çalışılmıştır .Atlantikçi güçler bu doğrultuda siyasal İslamcılar ile ittifak yaparken , milli burjuvazi de laik ve ulusal cumhuriyetin ayakta kalabilmesi doğrultusunda merkez sol ve milliyetçi partiler ile işbirliği yaparak mecliste grup kurabilecek bir eski merkez sağ kadroyu seçilecek yerlerden aday gösterilmelerini sağlayarak ,geçmişten gelen tapulu arazilerini ılımlı İslamcı ve neo-liberal yeni merkez sağa bırakmamak üzere harekete geçmiştir . Geleneksel cumhuriyetçi merkez sağ kadrolar iki parti listesinden meclise girebilirlerse o zaman ,laik ,ulusal ve cumhuriyetçi merkez sağ bir partinin meclis çatısı altında yeniden kurulması gündeme gelecektir . Seçim sonuçlarına göre eğer merkez sol ve milliyetçi partiler beklenenin üzerinde bir sayı ile meclise girerlerse o zaman ikili yada üçlü milli koalisyon hükümetlerinin kurulabilmesi mümkün olabilecek ve böylece çoğunluklu tek parti üzerinden Türkiye Cumhuriyetinin küresel programlara hapsedilmesi ya da teslim edilmesi sürecinin önüne geçilebilecektir . ABD başlatmış olduğu Büyük Orta Doğu Projesine devam edebilmek için Türkiye’yi çok hızlı bir biçimde projeye uygun bir çizgide dönüştürmeğe öncelik verdiği için , BOP’un ılımlı İslamcı partisi ile yola devam etmek istemekte ve bu doğrultuda önüne gelen bütün milli ve milliyetçi unsurları siyaset sahnesinden tasfiye etmeğe çalışmaktadır . Ayrıca bir din devleti olan İsrail’in cemaatlar üzerinden Orta Doğu’yu yönetebilmesi için de laik cumhuriyetin kaldırılması ve Osmanlı döneminde olduğu gibi bir ümmetçi toplum yapısına dönülmesi istenirken ,laik cumhuriyetin sahibi olan çağdaşlıktan yana milli burjuvazi kesimlerinin siyaset dışı bırakılmağa çalışıldığı görülmektedir . Atlantik dayatmasına karşı Türkiye’nin milli burjuvazisi meclise girme şansı olan iki partinin listelerinden siyaset sahnesine girerek mücadelelerine kaldıkları yerden devam etmek istemektedir.

Milli burjuvazinin partisiz bırakılması ,partilerinin birleşmelerinin büyük paralar harcama yolu ile önlenmesi , “Evimiz Türkiye “ atağının cemaatçı ve işbirlikçi kadrolar ile devre dışı bırakılması üzerine milli burjuvazinin siyasal rekabetinden kurtulduğunu zanneden Atlantikçi ve siyasal İslamcı ittifakı , tam seçim ortamına girildiği aşamada milliyetçi partiyi hedef tahtasına oturtmaktadır .Bir biri ardı sıra kaset olaylarının gündeme getirilmesi , internet üzerinden milliyetçi partiyi bitirecek derecede ağır bir kapmayanın yürütülmesi , kamuoyunda bu doğrultuda gerginliğin tırmandırılmağa çalışılması hep aynı planın bir uzantısı olarak görülmektedir . Türkiye iki partili sisteme okyanus ötesi baskılar ile zorlanırken , milliyetçi bir parti istenmemekte bu partinin Müslüman tabanından yararlanılarak işbirlikçi cemaatlar üzerinden Türkiye’nin milliyetçi partisi ortadan kaldırılmak istenmektedir . Genel seçimler sathına girildiğinden bu yana son bir yıldır , birbiri ardı sıra gündeme getirilen üç operasyonun amacının Türk siyaset sahnesini Amerika’da olduğu gibi iki partili sisteme zorlamak doğrultusunda geliştiği dikkate alınırsa , milliyetçi partinin meclis dışında bırakılması hedeflenmektedir . Daha önceki aşamada bu partinin bölünmesi ve Türk-İslyam sentezcisi küçük bir partinin ortaya çıkarılmasından sonra ,bir iş adamına ulusalcı parti kurdurularak bir dönem milliyetçi partinin meclis dışı kalması sağlanmıştır .Günümüzde ise iktidara yakın çevreler tarafından tam anlamıyla bir top atışına hedef olan bu milliyetçi parti ,İsrail’de müteahhitlik yapan eski bir ülkücünün kurduğu bir başka milliyetçi parti ile bölünmeğe çalışılmakta ve o eski işadamının partisi ile yaptığı gibi milliyetçi partiyi bölerek meclis dışı bırakma senaryosunun bir başka versiyonu günümüzde uygulama alanına aktarılmaktadır . Ayrıca iktidar partisi de seçimlere giderken söylemlerini değiştirerek , milliyetçi partiye gerek kalmayacak derecede yeni bir milliyetçi söylem geliştirerek .kamuoyunda milliyetçiliğe sahip çıkarak milliyetçi partinin önünü kesmek istemektedir . Kaset tezgahı ,yeni milliyeçi parti ve iktidar partisinin milliyetçi söylemlere kayması gibi oyunlar ile milliyetçi parti meclis dışı bırakılarak geleneksel milliyetçi taban iktidar partisinin Müslüman tabanı içerisinde eritilmek istenmekte ve böylece , milli burjuvazinin partisinden sonra ,milliyetçilerin partisi de Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesi yolunda bir siyasal engel olmaktan çıkartılmaktadır .

Seçim yılına girerken esas tezgah okyanus ötesinden Atatürk’ün partisi için kotarılmış ve gene kaset oyunları ile bu partinin yönetiminde değişiklik sağlanmıştır .Devleti ve siyasal rejimi kuran ve kurucu önder Atatürk’ün kurucu siyasal iradesini taşıyan bu parti , İstanbul sermayesine ve batının küreselci politikalarına yakın duran bir neoliberal kadronun yönetimine geçmiştir . Anadolu halkının kurtuluş savaşı örgütü olarak ortaya çıkmış olan Atatürk’ün partisinin Türk halkı ile hiç ilgisi olmayan İstanbul’daki küresel sermaye ortaklarının temsilcilerinden oluşan bir yönetimin eline geçmesi Türk halkında ciddi bir şaşkınlık yaratmıştır . Partinin yeni yönetici kadrosundan laikliğe aykırı bir biçimde tekke ve zaviyelerin açılması ve cemaat önderlerinin ellerinin öpülmesi gibi eksantrik isteklerin öne sürülmesi ,batı emperyalizminin dayattığı sömürgeci ekonomik politikalara karşı çıkmayan teslimiyetçi bir tutumun izlenmesi ve Atatürk ilkelerini savunmanın bu partinin işi olmadığının resmen genel başkan yardımcısı tarafından açıklanması da , seçmen tabanının üçte birini oluşturan laik ve Atatürkçü kesimlerde çok ciddi tepkilere neden olmuştur . Atatürk ilkelerinden uzaklaşan cumhuriyetin kurucu partisinin, tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi küreselci politikalara teslim olmuş batıcı bir cumhuriyetçi parti olmağa zorlandığı görülmektedir . Yeni genel başkanın ha bire Avrupa yerel yönetimler özerklik şartını uygulayacaklarını açıklaması da ,doğu Anadolu’da örgütlenmiş olan bölücü parti tabanının yeni dönemde bu Amerikancı çizgideki yeni cumhuriyetçi parti ile bütünleştirilmeğe çalışıldığı gibi bir izlenim yaratmıştır . Böylece milliyetçi sağ parti Müslüman taban üzerinden İslamcı merkez sağ parti ile bütünleştirilirken , doğu Anadolu’nun bölücü partisi de yeni cumhuriyetçi merkez sol partinin içinde eritilmek istenmektedir . Böylece ,iktidar partisi ABD’de olduğu gibi siyasal yelpazenin sağında yer alacak bir demokrat partiye dönüşürken ,aynı doğrultuda bölücü partiyi kendi çatısı altına alacak merkez soldaki Atatürk’ün partisi de Amerika’da olduğu gibi solda politika yapan bir cumhuriyetçi partiye dönüştürülmektedir . ABD böylece , önümüzdeki genel seçimler sürecinde Türk siyaset sahnesine kendi modelini taşıyarak ,Türk iye Cumhuriyetinin siyasal sistemini iki partili bir çizgiye doğru taşımak istemektedir . Amerikalılar böylece iki partili sistem üzerinden hem kendi modellerini dünyaya yayabileceklerini hem de çok fazla parti ile uğraşmadan iki parti üzerinden Türkiye ve benzeri ülkelerin siyasal sistemlerini daha kolay kontrol edebileceklerini düşünmektedirler . Yarım yüzyıllık zorlamalar sonucunda ortaya çıkan tepkiler, ya da Türkiye’nin sahip olduğu çok kültürlü yapılanmanın böylesine bir modele izin vermeyen koşulları gibi özellikleri dikkate almayan ve sonuna kadar emperyal planlar doğrultusunda zorlama yapan Amerikan emperyalizminin planlarının tutup tutmayacağını önümüzdeki genel seçimlerin sonucu belirleyecektir .

Türk seçmeni 2011 seçimlerinde sandık başına giderek oy kullanırken , sadece Türkiye’yi bir dönem yönetecek iktidarı değil ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin kaderini de belirleyecektir . Her türlü emperyal zorlamayı dıştan güdümlü bir doğrultuda Türkiye’ye dayatan Atlantik ötesi küresel emperyalizmin , Türkiye’yi istediği doğrultuda bir yeni yapılanmaya zorlaması açısından önümüzdeki genel seçimlerin sonucu çok önemlidir . Küresel politikalara angaje olmuş bugünkü iktidar partisi üçüncü kez iktidara gelerek yeni bir anayasa üzerinden Türkiye cumhuriyetini ortadan kaldıracak derecede köklü değişimleri gündeme getirmek istemektedir . Böylesine bir olumsuz gidişe Türk milletinin dur diyebilmesi için , genel seçimlerden üçüncü kez neo-liberal politikalara bağlanmış bir ılımlı İslam iktidarının çıkmaması gerekmektedir . Cumhuriyeti kuran partinin geleneksel Atatürkçü tabanın sorgulamasıyla meclise sokulması gerekmektedir . Parti içi iktidarı ele geçirenlerin Atlantik ötesinden zorlanan her isteğe uygun davranamayacaklarını bilmelerinde ,Türkiye Cumhuriyetinin geleceği açısından ulusal yarar vardır . Atatürkçüler Atatürk’ün partisine oy verirken bu partinin yönetimini ciddi olarak uyarmalı ve küresel emperyalizme teslimiyete izin vermeyeceklerini ortaya koyabilmelidirler .Emperyal planları yeni anayasa diye dayatanların gerçek amaçları kamuoyunda seslendirilmeli ve Atatürk’ün partisinin Kuvayı Milliye çizgisinden ayrılmasına karşı çıkılmalıdır . Atatürkçü seçmen , Atatürkçü olmayan ,Atatürk ilkelerine sahip çıkmayan ve başka partilerden toparlanan bu partinin yöneticilerine seçimlerde gereken dersi verebilmelidir. Türkye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak ayakta kalabilmesi için de milliyetçi seçmenler kendi milliyetçi partilerini meclise sokabilmelidirler .Emperyalizmin cemaatlar üzerinden yürüttüğü milliyetçiliği tasfiye planlarının önüne geçilebilmesi için , milliyetçi partinin de milli devleti koruyacak bir siyasal güç olarak meclise girmesi sağlanmalıdır .Ayrıca laik ve üniter devlet konusunda çok büyük hassasiyet gösteren kesimlerin temsilcileri olarak bağımsız aday olan cumhuriyet güçbirliği temsilcilerinin de enaz güneydoğudan gelen bağımsızlar kadar yeni meclise girebilmelerinde laik ,ulusal ve üniter devletin korunabilmesi açısından büyük yararlar olacaktır . Cumhuriyet güçbirliği temsilcileri de yeni dönemde Kuvayı milliye mücadelesinin parlamentodaki temsilcileri olarak her türlü emperyalist girişime ,şeriatçı ve bölücü yasal düzenlemelere karşı mecliste Atatürk’ün askerleri olacaklardır . Yeni anayasa ya da reform adı altında Atatürk’ün devlet modelinin ötesinde Türkiye Cumhuriyetinin bir yerlere çekilmesine ya da kaydırılması girişimlerine karşı ulusalcı,millici ve milliyetçi güçlerin parlamentoda ortak bir savunma yapmaları gerekmektedir .

Milliyetçi partinin üçüncü büyük siyasal güç olarak meclise girmesi , Amerikan emperyalizminin Türk siyasal sistemini iki partili yapıya oturtma girişimlerinin önünü kesecektir . Son günlerde artan kaset saldırıları ile milliyetçi partinin hedef alınması ,bu siyasal gücün meclis dışı bırakılma operasyonunun uzantılarıdır . Milliyetçi parti meclis dışı kalırsa Amerika elli yıllık rüyası olan iki partili sistemi kendi güdümünde Türkiye’de tesis edebilecektir . Milliyetçi parti kendisine yönelik siyasal İslam üzerinden eritilme politikalarına karşı sıkı durabilirse ve direnerek karşı ataklara geçebilirse ve en önemlisi Türkiye Cumhuriyetinin yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edebilmesi için alternatif milli politikalar üretebilirse ,o zaman Türk seçmeninin güveni ile meclise girebilme şansını elde edebilecektir . 2011 seçimleri bu açıdan da çok önem taşımaktadır .Türk seçmeni oy sandığına giderken Türkiye’yi yok edecek ya da rayından kaldıracak doğrultuda değil ama , değişen koşullarda Türkiye’yi var edecek ,yenileyerek yoluna devam etmesini sağlayacak hükümetlere destek olmalıdır .Böylesine bir bilinç ile Türk seçmeninin davranması ,Türkiye’nin sırat köprüsünden geçerken dağılmasını önleyecek ve önümüzdeki dönemde belki de Türkiye’yi toparlayabilecek bir milli koalisyonun önünü açabilecektir . Türk seçmeni cumhuriyet tarihi boyunca her zaman sağ duyulu davranmasını bilmiş ve ortaya koyduğu seçim sonuçları ile de ülkenin darboğazlardan uzaklaşarak yoluna devam edebilmesini sağlamıştır . Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman iki partili modelin dar kalıplarına hapsedilemiyecek kadar büyük ve geniş bir siyasal birikime sahip bulunmaktadır . Türk seçmeni bu birikimin yardımı ile Türkiye için en doğru kararı verecek ve tüm siyasal güçlere gene eskiden olduğu gibi yol gösterecektir . Umarız Türkiye’nin siyasal partileri seçmenin vereceği sağduyulu karardan kendilerine düşen dersleri çıkararak elbirliği ile Türkiye Cumhuriyetini daha iyi ve güzel günlere ulaştırırlar .