13 Eylül 2018 Perşembe

ŞİRKETLER İLE DEVLETLER KARŞI KARŞIYA "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (ANKARA KALESİ-189, 08 Şubat 2014 ANKARA) - Günümüzün ulus devletine gelene kadar tarihin her döneminde farklı bir devlet modeli ile karşılaşan insanlık ,yirmi birinci yüzyılda geleceğe doğru bu kez farklı bir devlet modeli dayatması ile karşı karşıya kalmıştır .


ANKARA KALESİ-189    
ŞİRKETLER İLE DEVLETLER KARŞI KARŞIYA
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
08 Şubat 2014
ANKARA
Dünya tarihi bir anlamda çatışma ,çekişme ve savaşların birbirini izlediği bir süreçten meydana gelmiştir .İlk çağlarda insanlar doğal yaşam içerisinde varlıklarını sürdürmeye çalışırlarken hem doğanın ortaya çıkardığı afetlere karşı bir dayanışma içerisinde kendilerini korumaya çalışmışlar ,hem de birbirlerinin kuyusunu kazarak “ insan insanın kurdudur “ olgusunu gündeme getirerek doğal bir seleksiyon düzeni içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çaba göstermişlerdir . Böylece insanlığın ilk ortaya çıkmış olduğu ilkel çağlardan bu yana sürekli bir çekişme ve çatışma hali dünya tarihinin ana ögesi olarak belirleyici olmuştur . Zamanla nüfus arttıkça , insanlar eskisine oranla çok daha kalabalık topluluklar içerisinde varlığını sürdürmeye çalışırken , insanlar arasındaki çekişme ve çatışmalarının hem sayısının hem de şiddetinin arttığı gözlemlenmiştir . Bir anlamda , insan toplulukları sakin bir ortama bu yüzden bir türlü ulaşamamış ve savaşlar dünya tarihinin dönemeç noktasında geleceği hazırlayan olaylar olarak öne çıkmıştır .

İlkel toplumda kaba kuvvete dayanan bir çekişme süreci yaşanmış ,kim daha fazla kol ve beden gücüne sahipse o toplumun önderi konumuna gelmiştir . Zamanla kaba kuvvetin yerini akıl gücü almaya başlamış ve , bir süre sonra beden gücü kadar akıl gücü de insan toplumlarının yöneticilerinin belirlenmesinde etkini bir faktör haline gelmiştir . Kaba kuvvet ile toplumun yönetimini ele geçiremeyenler bunun üzerine akıl gücünü kullanarak kendilerini öne çıkarmaya çalışmışlardır . Aklını kullanamayan güçlüler toplum içindeki yönetici konumunu ellerinden kaçırırlarken , kaba kuvvete sahip olmayan akıllılar ya da zeki insanlar bir süre sonra toplumun içinde öne çıkarak yönetimi ele geçirebilmişlerdir . Kaba kuvvet ile akıl gücü arasında çekişmeler yaşanırken , zaman ilerlemiş ve bu arada yöneticilerin kurdukları toplum düzenleri süreklilik kazanarak kurumlaşmaya doğru gelişmeler göstermiştir . İşte bu aşamada devlet denilen oluşumun ilk örnekleri görülmüştür . Bir anlamda ,yönetici güçlü kişinin kimliğinde başlayan devletleşme olgusu , bir süre sonra babadan oğula geçen bir yapılanma içine girmiştir .Yönetimin babadan oğula geçmesiyle birlikte , aile ,sülale ya da hanedan türü siyasal yapılanmalar gündeme gelmiştir . Böylece kaba kuvvet devletinden hanedan devletleşmelerine doğru bir dönüşüm yaşanmıştır .Orta çağ döneminde derebeylik olarak görülen bu siyasal yapılar daha sonraki dönemlerde krallıklar olarak ortaya çıkmıştır . İlkel devletten derebeyliğe , ortaçağ da tanrı devletine ,modernleşme ile birlikte krallık devletine , daha sonra da krallıkların imparatorluk devletlerine doğru geliştiği görülmüş ve Fransız devrimi sonrasında da ulus devletlere geçiş birbirini izleyerek tarih sahnesinde yerlerini almışlardır .

Günümüzün ulus devletine gelene kadar tarihin her döneminde farklı bir devlet modeli ile karşılaşan insanlık ,yirmi birinci yüzyılda geleceğe doğru bu kez farklı bir devlet modeli dayatması ile karşı karşıya kalmıştır . Daha önceki devlet modelleri her çağın gerçeklerine uygun bir biçimde ortaya çıkarken , bu kez doğal gelişim bir yana bırakılarak ,belirli güç merkezlerinin evrensel düzeyde bir yeni hegemonya arayışı olarak, halk kitlelerinden uzakta ve gizli toplantılar sonucunda eskilerinden çok farklı bir yeni devlet yapılanması , dışarıdan müdahaleler ve uzaktan kumandalı manüplasyon yöntemleri ile bütün insanlığa kabül ettirilmeye çalışılmaktadır . Önceleri doğal gelişimin normal bir sonucu olarak gösterilmeye çalışılan yeni devletleşme projesinin ,bütünüyle zengin iş çevrelerinin oluşturmaya çalıştıkları yeni çıkar düzeni olduğu zamanla anlaşılmaya başlanmıştır . Devletleşme süreci içerisinde insanlık her dönemde farklı bir devlet modeli çatısı altına girerken ,küreselleşme olgusu ile birlikte geçmiştekilere hiç benzemeyen bir yeni düzene doğru sürüklenmeye çalışılmıştır .Hiç te doğal olmayan yöntemler devreye sokulurken ,yüzyılların sömürgeciliği sonucunda zenginleşen iş çevreleri daha üst düzeyde bir hegemonya ve zenginlik arayışlarını küreselleşme adı altında gündeme getirerek, bütün insanlığa karşı zorla dayatmışlardır .Hanedan ya da aile yönetimlerine dayanan devletlerde sülaleler zengin olurken ,devleti kendi babalarının çiftliği gibi görmüşler , ama daha sonraki aşamada modernleşme süreçleri toplum ve devlet yapılarını değişime sürüklerken ,devletler hanedanlardan koparak ulusal toplum ile bütünleşmişlerdir .

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen Fransız devriminin sonucu olarak ulus devletler dünyanın beş kıtasında birden varlıklarını sürdürürken, diğer yandan da Avrupa ülkelerinin dünyanın beş kıtası üzerindeki sömürgecilikleri devam ediyordu . Orta çağdan çıkış ile beraber önce denizlere sonra da okyanuslara açılan batılı devletler , yeryüzünün bütün kıtalarında ele geçirdikleri ülkeleri kendi sömürgelerine dönüştürüyorlardı .Yeryüzünün bütün kıtaları fethedilirken , buralardan ele geçirilen bütün değerli madenler ve mallar , deniz ticareti üzerinden Avrupa’nın okyanus kıyısındaki ülkelerinin limanlarına getiriliyordu . Merkantalizim adı verilen bu sürece Atlas okyanusu kıyısında limanları bulunan üç büyük üç de küçük Avrupa devleti düzenleyici bir katkı sağlayınca ,batının dışında kalan bütün dünya kıtalarını emperyalizmin acımasız sömürgeciliğine dönüştüren bir yeni döneme giriliyordu . Merkantalizm bir anlamda kapitalizmin öncüsü oluyor , Avrupa kıtasına taşınan dünya zenginlikleri zamanla bu kıtanın zenginleşmesini sağlayarak ,bugünkü küresel kapitalist sisteminin oluşumuna giden yolu açmıştır . İnsanlık orta çağın Avrupa kıtasına hapsolmuş karanlık dünyasından çıkışını yaparken , daha güneşli ve aydınlık ülkeler arayışı Avrupa ülkelerinin dünya kıtalarını fethetmesine giden süreci başlatmıştır . Bu açıdan uluslar arası kapitalist sistemin beş yüz yıllık batı sömürgeciliği sayesinde ,bugünkü zenginliğine ve gücüne kavuştuğu söylenebilir .

Devletler aracılığı ile başlatılan sömürgeciliğin bir süre sonra büyük zenginlikler oluşturması üzerine , ortaya çıkan büyük zenginliklerin devletler tarafından bütünüyle kontrol edilememesi gibi yeni durumları ortaya çıkarmıştır . Bunun üzerine sömürgecilik ve bunun sağladığı zenginliğin , emperyal devletlerin öncülüğünde bu ülkelerin önde gelen işadamlarına açıldığı ve böylece devletlerin bütünüyle yükünü taşıyamadığı zenginliklere yavaş yavaş toplum içinde önde gelen iş çevrelerinin sahip çıkmaya başladığı görülmüştür . Böylece , emperyalist devletler kendilerine bağladıkları sömürgeleri sömürme işini topluma yayarak, iş çevreleriyle birlikte bir kollektif emperyalizmin örgütlenmesine sağlamışlardır . Devletlerin yanı sıra iş adamları aracılığı ile başlatılmış olan yeni sömürgecilik, zamanla devlet benzeri bir sosyal ve hukuki örgütlenme olarak şirketlerin gündeme gelmesini sağlayan ortamı hazırlamıştır . Böylece emperyal devletlerin öncülüğünde başlatılmış olan sömürgeciliğin devletlerin kontrolu altında daha geniş bir yayılma stratejisi izlemeye başlamasıyla birlikte şirketleşme oluşumu hızla güçlenerek dünya piyasalarında etkili olmaya başlamıştır . Şirketlerin kısa zamanda büyüyerek devletlerin dışında güçlü ekonomik yapılar konumuna gelmesiyle birlikte , emperyal devletlerin yerini büyük şirketler almaya başlamış ve böylece emperyalizm ve sömürgecilik devletlerin denetimi altında yavaş yavaş şirketlerin eline geçmeye başlamıştır . Kendi ülkesini yönetmenin yanı sıra , kendisine bağladığı sömürge ülkelerinin yönetimi ile de uğraşmak zorunda kalan emperyal devletler , zamanla güvenlik , yönetim ve organizasyon işlerine doğru yönelirlerken , daha önceleri devletlerin başlatmış olduğu ekonomik emperyalizm ve sömürgecilik işleri bir süre sonra şirketlerin eline geçmiştir . Emperyalist devletler arasında hegemonya rekabeti devam ederken , devletlerin ekonomik gücü bu devletlerin desteği ile kurulmuş olan şirketlerin eline geçmiştir . Batı emperyalizmi devletler eli ile kurulmuş ama daha sonraki dönemde şirketler aracılığı ile geliştirilerek bugünkü düzeyine getirilmiştir .

Devletlerin öncülüğünde ve desteğinde kurulmuş olan batılı şirketler giderek sömürgeciliği geliştirirken , kısa zamanda büyük ekonomik varlıklara sahip olma durumuna gelmişler ve bu yüzden de bir aşamadan sonra ülke ve dünya işlerinin yönetimini devletlere bırakmamanın yollarını aramaya başlamışlardır . Önceleri devlet desteği ile kurulan ve uzun süre devletlerin desteği ile yeryüzü kıtalarına açılan bu şirketler , hem batı emperyalizminin gücünden yararlanmışlar hem de sömürge devletlerin sahip olduğu bütün zenginliklere kısa zaman el koyarak , küresel anlamda büyük ekonomik güçlere dönüşmüşlerdir . Afrika kıtası batılı sömürgecilere oyuncak olurken , gözü dönmüş batılı iş adamları bazı sömürge ülkelerini babalarının çiftliği gibi kullanarak kendi isimlerini buralara devlet adı olarak vermekten çekinmemişlerdir . İngiliz iş adamı Cecil Rodes bu durumun en açık örneği olarak , Güney Afrika bölgesinde zamanında kurulmuş olan Rodezya’nın isim babası konumunda kendisini ilan edebilmiştir . Rodezya örneğini başka kıtalarda uygulamak isteyen batılı sömürgeciler bütün dünya kıtalarını emperyalizmin oyun alanı konumuna doğru sürüklerken , zamanla kendi aralarında ihtilaflara düşmüşlerdir . Bu yüzden , son üç yüz yıl içinde dünyanın bir çok bölgesinde batılı emperyalistler arasında sömürge çatışmaları çıkmış ve bunlardan bazıları bölge savaşları olarak uzun süre etkili olmuştur . Giderek büyüyen ve çok uluslu hale gelen batılı tekelci şirketlerin ham madde ve pazar arayışları şirketler arası çekişmeleri devletler arasındaki savaşlara dönüştürmüştür . Böylece ,devletlerin kurmuş olduğu şirketler sonraki aşamada kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda devletleri güvenlik örgütleri konumunda kullanmaya başlamıştır .

Modern dünyanın bugünkü biçimde yapılanmasına , sadece batılı devletler değil, ama aynı zamanda onların içinden çıkmış olan batılı şirketler de katkı sağlamışlardır . Avrupa merkezli batı emperyalizmi birinci dünya savaşı sonrasında Amerika merkezli yeni bir düzene bırakırken , Büyük Britanya İmparatorluğunun yerini Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük süper devlet almıştır . On eyaletin bir araya gelmesiyle ile kurulmuş olan bu büyük devlet daha sonraları elli eyaletlik bir büyük birlikteliğe dönüşünce , batı emperyalizminin yeni merkezi gücü olarak İngilitere’nin yerini almıştır . Ama ,Britanya ile ABD arasında var olan Atlas okyanusu bir nevi Atlantik birliğinin köprüsü olarak ,batı emperyalizminin Atlantik üzerinden bütün dünyaya egemen olması doğrultusunda işbirliği ortamını devam ettirmiştir . Bu yüzden Britanya İmparatorluğu döneminde küresel güç konumuna gelen batılı sömürgeci şirketler , yeni merkez ABD ile işbirliğine yönelirlerken arada bulunan Atlantik okyanusu üzerinden bir büyük Atlantik ortaklığını yeni dönemde dünya ülkelerinin önüne çıkarmışlardır . Bu durumda geçmişten gelen sömürgeci şirketler yeni dönemde varlıklarını sürdürebilmişler ve yeni kurulan ortaklıklar sayesinde de daha güçlü bir küresel hegemonya düzeni ardında koşmaya başlamışlardır . Serbest piyasa ekonomisi görünümünde insanlığa kabül ettirilmeye çalışılan batılı kapitalist sistemin , pek de özgürlükçü bir düzene sahip olmadığı ,aksine serbestlik görünümü altında tekelleşmenin önünü açtığı zamanla ortaya çıkmıştır .

Batılı şirketlerin devleşmesiyle birlikte dünya platformunda öne çıkan Amerika Birleşik Devletleri , ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında büyük tekelci şirketlerin öncülüğünde bir gizli dünya devleti oluşumuna ev sahipliği yapmıştır . Atlantik güçlerine bir Avrupa gücü olarak meydan okuyan Almanya , ulusal birliğini sağlayarak Atlantik güçlerine meydan okumaya başladığı anda , ABD’nin Chicago kentinde bir araya gelen on bir büyük sanayici ,bir yuvarlak masanın etrafında toplanarak gizli dünya devleti oluşumunu başlatmışlardır . Birinci dünya savaşına giden yolda Britanya İmparatorluğunun başlatmış olduğu Atlantik insiyatifi hegemonyasına Amerika Birleşik Devletlerinin katılmasıyla beraber ,ulus devletler çekişmesinin sonucu olarak patlak veren birinci ve ikinci dünya savaşlarını ,Atlantik güçleri kazanmış ve merkezi Avrupa gücü olarak ortaya çıkan Almanya’nın doğu politikaları ile bir büyük dünya hegemonyasına yönelmesinin önü kesilmiştir . Böylesine bir sonucun alınmasında ABD ve Britanya devletlerinin gücü kadar , bu iki büyük devletin içinden çıkmış olan tekelci şirketlerin de , büyük sermayeyi kontrol eden finans-kapital olarak rolleri bulunduğu görülmektedir . Ayrıca ABD’nin on büyük sanayicisinin Yahudi asıllı olmaları , ve hırıstıyan Avrupa kıtasından Müslümanlar ile birlikte Yahudilerin de dışlanmaları nedeniyle , Chicago merkezli yuvarlak masa ittifakının , Avrupa’nın dışında bir Yahudi devletinin kutsal topraklar ilan edilen merkezi coğrafyada kurulmasını yönelik bir çizgide olayları ve siyasal gelişmeleri yönlendirmeye çalışan bir Siyonist yapılanma olduğu zamanla anlaşılmıştır .

Beş büyük kıtada iki yüz civarında ulus devlet , cihan savaşları sürecinde ortaya çıkarken , bu devletlerin ötesinde bir başka güç merkezi olarak gizli dünya devleti oluşumları tekelci şirketler aracılığı ile hızla örgütlenerek, küresel gelişmelerin yönlendirilmesinde var olan devletlerin ötesinde etkili olmaya başlamıştır . Legal düzeyde Yuvarlak Masa yapılanmasından Bilderberg oluşumuna giden yol açılırken , diğer yandan illegal doğrultuda İlluminati gibi örgütlenmeler birbiri ardı sıra öne çıkmışlardır . Ayrıca , Opus Dei gibi hırıstıyan yapılanmalar ile Siyon Kardeşleri ya da Tapınak Şövalyeleri gibi Yahudi örgütleri de , gizli dünya devleti oluşumu içerisinde yer alarak birbirleriyle rekabete girebilmişlerdir . Bütün bu gizli ve küresel hegemonya arayan dünya devleti girişimleri içerisinde , uluslar arası büyük sermayeyi kontrol eden finans-kapitalin ultra zengin iş adamları yer almışlardır . Kendi şirketlerinin çıkarları doğrultusunda hareket eden bu büyük zenginler , var olan devlet düzenlerinin ötesinde bir küresel dünya imparatorluğu peşinde koşarlarken ,kendilerinin önünü kesen büyük ve güçlü ulus devletleri ortadan kaldırmaya karar vermişlerdir . Kendi şirketlerinin ekonomik gücünü siyasal güce dönüştürmek isteyen tekelci patronlar ,dünya halklarının çatısı altına sığınarak devletin koruyucu şemsiyesinden yararlanmak isteyen milyarlarca insanı yeniden köleleştirecek bir süreci başlatmışlardır . Şirketleri aracılığı ile fiili bir dünya devleti oluşumunu başlatan finans –kapitalin patronları ,bir avuç sayıda olmalarına rağmen milyarlarca insanı hedef alan bir yeni emperyalizmi küreselcilik görünümü altında devreye sokmuşlardır .

Batı dünyasının büyük emperyalist devletlerinin daha büyük bir sömürü düzeni oluşturma doğrultusunda gündeme getirdiği şirketleşme olgusu , zaman içerisinde tekelci büyük şirketlerin ekonomi üzerinden uluslar arası alanda güç sahibi olmalarıyla devletlere meydan okuyan bir konuma gelmiştir . İki büyük dünya savaşı sonrasında , batı kapitalist sistemi üzerinden dünya ekonomisini yönlendiren evrensel tekelci şirketler , tekelleşme sürecinde birbirlerini yutmaya hazırlanırken , devlet düzenlerinin kendilerine ayak bağı olmasını istememektedirler . Birbirleriyle daha geniş pazar ve daha çok ham madde elde etme doğrultusunda yarışan tekelci şirketlerin devletlerin kurmuş olduğu hukuk düzeninden ve anayasal sistemlerden rahatsız oldukları ,ve bunları aşabilmek için de karşılarına çıkan ulus devletleri dağıtma doğrultusunda her yolu denedikleri göze çarpmaktadır . Para babalarına göre , şirketler büyüyecek ama devletler küçülecektir . Bu doğrultuda , var olan bütün devlet yapılarının küçültülmesi ana hedef haline getirilmiştir . Ayrıca ,bir Bilderberg toplantısında ulus devletleri korumak ya da savunmak doğrultusunda , küresel emperyalizme karşı çıkan ulusculuk ya da milliyetçilik akımları baş düşman olarak ilan edilmiştir .Daha fazla kazanç için vatana ihaneti bile göze alabilecek durumdaki tekelci şirketler ,kendi çıkarları doğrultusunda bir politika izlenmesi doğrultusunda bütün devletleri ve ulusal yapıları zorlamakta ve zamanla ulusal yapıların tasfiyesine giden yolun önünü açmaya çaba göstermektedirler . Soğuk savaş döneminde uluslar arası alanda bir denge sağlayan sosyalist sistemin ortadan kaldırılmasıyla ,tekelci şirketler daha da azgınlaşarak küresel tekel haline gelebilmek için , ulus devlet yıkıcılığına soyunmuşlardır . Bu doğrultuda yeni bir işbirliği ve dayanışma düzenini küreselleşme görünümü altında gündeme getiren bu dev şirketler küresel imparatorluk düzeni oluşturabilme doğrultusunda ulus devletleri yıkmaktadırlar .

Dünya tarihinde çekişme ve çatışma önce insanlar arasında başlamış daha sonraları toplumlar ve devletler arasında sürüp gitmiş ama gelinen aşamada , devletlerin oluşturduğu şirketler ile devlet yapıları arasındaki çekişmeler çok üst düzeylere tırmanarak uluslar arası senaryolar ya da komplolar ile var olan devlet düzenlerine karşı ciddi bir tehdide dönüşmüş durumdadır . Devletlerin ürünü olan şirketler artık devletleri geride bırakarak bütünüyle bir dünya egemenliği arayışı içerisindedirler . Hiçbir biçimde var olan devlet düzenleri ya da onların hukuk sistemleri ile kendilerini bağımlı görmek istememektedirler .En üst düzeyde kar ya da kazanç elde edebilmek için bütün yer altı zenginliklerine el koymak ,dünyanın bütün ülkelerinde oluşmuş olan piyasaları ele geçirmek üzere harekete geçen küresel şirketler , dünya devletlerini yutulacak lokma olarak görürlerken , kendilerini var eden devlet ve hukuk düzenlerini tasfiye edecek politikalara ağırlık vermektedirler . Tekelci şirketler kendi patronlarının denetimi altında olan gizli dünya devleti mekanizmalarını bu doğrultularda harekete geçirerek ,ulus devletlerin karşı bir hareket oluşturarak kendi varlıklarını korumalarına izin vermek istememektedirler . Küresel şirketler Dünya Ekonomik Forumu , Bilderberg Örgütü , Dış İlişkiler Komitesi ,gibi uluslar arası kuruluşlar dünyanın zengin ve emperyal güçlerinin istekleri doğrultusunda toplantılar düzenleyerek yeni bir dünya düzenine giden yolda uluslar arası gelişmelere yön verirlerken , İlluminati , Opus Dei ya da Tapınak Şövalyeleri ismini taşıyan Orta Çağ uzantısı gizli örgütlenmeler ,bir dünya devleti insiyatifini yer altından her ülkede devreye sokarak ,Finans-kapitalin çıkarları doğrultusunda alınmış olan uluslar arası kararların var olan devlet düzenleri tarafından kabül edilerek uygulanmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar .

Dünya devletine giden yolda var olan devlet yapıları hedefe konularak tasfiye edilmeye doğru zorlanırken , şirket patronlarının bir araya gelmesi ve örgütlenerek geleceğin dünya devleti olmaya aday bir küresel imparatorluk projesini devreye koymalarıyla birlikte , ulus devletler çağının tamamlandığı küresel merkezler tarafından ilan edilmiştir . Önceleri gizli gizli uygulanan bazı girişimler ile ulus devletlerin önü kesilmeye ve bu yapıların yarı yarıya güçlerinin kesilmesine giden yollar açılmaya çalışılmıştır . Özellikle, serbest piyasa ekonomisi ,özelleştirmeler , ileri demokrasi , ve daha gelişmiş insan hakları paketleri ile var olan devlet yapılarının gücü kesilirken , elde edilen hareket serbestisi alanlarında ülke halklarının ya da ulusal toplum yapılarının devreye girmeleri önlenerek , tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda küresel emperyalizmin önerilerinin öncelik almasına çalışılmıştır . Sosyalist sistemin savaş olmadan ortadan kaldırılmasıyla birlikte başlatılan küreselleşme döneminde , sürekli olarak batı merkezli uluslar arası kuruluşlar hep gizli dünya devletinin ulus devletleri ortadan kaldırmaya dönük plan ve projelerini n öncelikli olarak uygulanmalarına önem verilmiştir , Küresel sermaye bu doğrultuda öncelikle ulusal ekonomi kuruluşlarını satın alarak içinde eritmiş ve daha sonra da medyanın ve elektronik haberleşmenin küresel sermaye tarafından kontrol edilmesine sıra gelmiştir . Küresel sermaye tümüyle uluslarararası bir statüye getirilen bankacılık sistemi üzerinden medya ve elektronik haberleşmeyi denetim altına alırken , bunun yanı sıra siyasetin finansmanına da öncelik verilmiştir . Özellikle gizli dünya devletinin merkezlerinde oluşturulan siyasal plan ve projelerin küresel emperyalizm doğrultusunda uygulama alanına aktarılmasıyla görevlendirilen siyasal kadrolar ,var olan partilerde ya da devlet kurumlarında işbaşına getirilmekte ve bunlar aracılığı ile küresel senaryolar teker teker uygulanmaya başlanmaktadır . Küresel sermayinin taşeronu konumunda medya organlarının kamuoyu oluşturmalarıyla birlikte uygun ortam yaratılan siyasal senaryoların sırasıyla devreye sokuldukları bütün dünya ülkelerinde görülebilmektedir . Böylece , şirketler ile devletler arasındaki çekişme ve çatışma sürecinde sürekli olarak şirketlerin kazanmaları sağlanmakta ve dolayısıyla ulus devletlerin yok edilmesine doğru emin adımlar ile gidilmektedir . Bir anlamda şirketler arası dayanışma ile gündeme gelen dünya devleti oluşumu , var olan bütün devlet yapılarına karşı bir mücadele süreci içerisine girmişler , neredeyse ,uluslar arası tekeller olarak ulus devletlere savaş açmışlardır .

Dünya savaşları aşamasında bir dünya devleti oluşturma çizgisinde önce Milletler Cemiyeti kurulmuş ama ikinci dünya savaşı sürecinde bu yapılanma çökünce ,bu kez Birleşmiş Milletler örgütlenmesine gidilerek bütün dünya devletleri tek çatı altında toplanmaya çalışılmıştır . Soğuk savaşın sona erdirilişiyle birlikte , küreselleşme döneminde devletlerin bir araya gelmesinden meydana gelen Birleşmiş Milletlere karşı , küresel sermayenin denetimi altındaki uluslar arası kuruluşların yönlendirilmesiyle birlikte Dünya Ticaret Örgütü oluşturulmuştur . Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu ile başlatılmış olan , küresel dünya devleti süreci Dünya Ticaret Örgütü ile tamamlanmaya çalışılmış ve ,var olan devletlere karşı savaş açılırken , Birleşmiş Milletler Örgütlenmesi ikinci plana atılarak,ekonomi üzerinden Dünya Ticaret Örgütü ,bir küresel imparatorluk oluşturma doğrultusunda yeni merkez olarak öne çıkarılmak istenmiştir . Dünya Bankası programları ile devlet yapıları dönüştürülmeye çalışılırken ,Birleşmiş Milletlere üye olarak bu üst kuruluşun koruması altında olması gereken devlet yapıları hedef haline getirilmiştir . ABD merkezli bir batı hegemonyası Dünya Ticaret Örgütü üzerinden bütün ülkelere yönelik olarak geliştirilirken ,Birleşmiş Milletler Örgütünün kendi üyesi olan ulus devletlerin varlığını koruyan bir doğrultuda hareket etmesine izin verilmemiştir . Uluslar arası tekelci şirket patronlarının bir araya gelmesiyle oluşturulmaya çalışılan dünya devleti yapılanması çerçevesinde şirketler üzerinden yeni bir dünya düzeni gündeme getirilirken , yedi milyar insanın vatandaş olarak çatısı altında yaşamaya çalıştığı devlet düzenlerinin tasfiyesine yönelik girişimler birbiri ardı sıra öne çıkarılmıştır . ABD ve Avrupa Birliği dayanışmasıyla oluşturulmak istenen bu yeni yapılanmaya Çin,Rusya,Brezilya ve Hindistan gibi dört büyük dev ülke Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında karşı çıkınca , şirketler üzerinden bir dünya imparatorluğu oluşturma projesinin önü kesilmiştir .

Ulus devletler , Dünya Ticaret Örgütünün insafsız tasfiye planlarına alet edilmeden önce , Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu gibi evrensel ekonomik kuruluşlar , dünya devletlerine yardım ve destek programlarını planlı bir biçimde uygulamışlar ve destek görünümü altında borçlandırma siyasetini sonuna kadar dayatarak , devlet düzenlerinin çökertilmesine giden yolları açmaya çaba göstermişlerdir . Dünya Bankası fonları bu doğrultuda kullanılırken , Uluslar arası Para Fonu üzerinden maddi destek görünümünde aşırı kredi ve borçlandırma politikaları bilinçli bir biçimde uygulanarak tam anlamıyla çökertme ve iflas ettirme saldırıları birbiri ardı sıra bir çok az gelişmiş ülkede sahneye konulmuştur . Batı dünyasının dışında kalan bütün geri kalmış ülkelerde aynı senaryolar birbiri ardı sıra devreye sokulurken ,ekonomik yardım görünümü altında batı emperyalist sistemine bağımlı hale getirilen dünya devletleri iflas etmekten ya da büyük ekonomik çöküntülere maruz kalmaktan bir türlü kurtulamamışlardır . Bir anlamda ,yeni bir dünya düzeni kurmak için eski dünya düzeninin uzantısı olan ulus devlet yapılarının ortadan kaldırılması bilinçli bir biçimde gündeme getirilmiştir . Küresel şirketleri devletlerin denetiminden kurtaracak , vergi ya da gümrük sınırlamaları ile uğraşmaktan uzaklaştıracak adımlar ,Dünya Bankası destekli ekonomik yardım programları ile beraber yürürlüğe konulmuştur . Bütün bu gibi girişimler , çeşitli ülkelerde yeni sömürgeleştirme uygulamalarına elverişli ortamlar yaratmıştır . Devletlerin elinden kendi ekonomilerini yönetme yetkisi alınmış ve küresel şirketlerin denetiminde bir batı emperyalizmi uygulamasına geçilmeye çalışılmıştır .Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu programlarıyla başlatılmış olan yeni sömürgeleştirme sürecinde ,dünya devletleri ekonomik yardımlar aracılığı ile geri kalmışlıktan kurtulmaya çalışırlarken , tamamen tersi bir doğrultuda yeniden sömürgeleştirilmişlerdir .

Var olan iki yüz ulus devleti tasfiye ederek , kendine bağlı dışa açık yerel yönetimleri üzerinden evrensel bir imparatorluk peşinde koşan tekelci şirketler , küresel sürecin çeyrek yüzyılını geride bırakırken , devletler küçülmeye başlamış ve kendi ekonomilerini yönetme hakları ellerinden alınarak tamamen dışa bağımlı bir yeni dönem başlatılmıştır . Özelleştirme güzelleştirme olarak lanse edilirken ,tamamen tersi bir biçimde insanlığın felaketine yol açarak aşırı zenginler ile aşırı yoksullar toplumu yaratılmasına yol açmıştır . Devletlerin ekonomik kuruluşları ellerinden alınırken ,küresel sermaye artık dünyaya sığmayacak derecede dev bir yapılanmaya dönüşmüştür . Küreselleşme yola çıkarken beşte bir toplumu oluşturma vaadi ile öne çıkmış ve her toplumun beşte birinin zengin , beşte dördünün de orta halli bir konuma getirilmesi hedeflenmiş ama aradan geçen çeyrek asır sonrasında beşte bir toplumu yerine yüzde bir toplumu yaratılmıştır .Toplumların yüzde biri tekelci dev şirketlerin patronları olarak aşırı bir biçimde zenginleşirken ,yüzde doksan dokuzu da aşırı yoksullaşan halk kitleleri olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde isyan etme noktasına gelmişlerdir . Küresel dünya devletinin merkezi sayılan New York’taki Wall Street bölgesinde ,yoksul halk kitleleri ellerindeki yüzde doksan dokuz pankartları ile batı kapitalizminin kalesini işgal ederek ,böylesine haksız bir gidişe karşı insanlık adına isyan etmişlerdir . Şirket merkezli küresel emperyalizm devletleri zayıflatınca , devlet yapıları kendi halkları için koruyucu önlemler alamamaya başlamıştır .Böylesine bir olumsuz durumda yoksul halk kitleleri isyanlara kalkışınca , bu kez batılı gizli servisler terörü tırmandırarak , halk kitlelerinin yeni sömürgeleştirme ve köleleştirme uygulamalarına karşı çıkması önlenmeye çalışılmıştır .

İkinci dünya savaşı sonrasında başlatılmış olan küresel emperyalizm döneminde şirketler ve devletler karşı karşıya getirilmiştir ama , bu savaşı her türlü baskı ve zorlamalara karşı şirketler kaybetmiştir . Çeyrek yüzyıllık dönemde ABD ve Büyük Britanya İmparatorluğu ile Siyonist lobiler gibi küresel dev yapılanmaların desteği ile devletlere karşı tekelci şirketlerin savaşı kazanması desteklenmiştir . Ne var ki , Yugoslavya Federasyonu ile Sovyetler Birliği gibi iki büyük federal yapının dağılmasından başka diğer devletlerin dağılmasına giden yol tam olarak açılamamıştır . Çek ve Slovak toplumları Çekoslavakyalılaştırılamadığı için dağılmış, Avrupa Birliği yüzünden para basma yetkileri elinden alınan Akdeniz ülkeleri ekonomik olarak çökmüşler ama dağılmamışlardır . Yaşanan süreç , küresel imparatorluk peşinde koşan finans-kapitalin patronlarının yanlış yaptığını açıkça ortaya koymuştur .Gizli dünya devleti yapılanmalarıyla şirketlerin var olan devlet yapılarını ortadan kaldıramayacağı da bu zaman dilimi içerisinde anlaşılmıştır .Batı blokundan gelen uluslar arası kuruluşlar , şirketler ile devletler arası savaşta uzaktan kumandalı bir biçimde şirketlerden yana manüple etmelerine rağmen , ulus devletleri yıkamadıkları için şirketler bu savaşı kaybetmişlerdir . Daha iki binli yıllara girerken anlaşılan bu durum iyice açığa çıkmasın diye II Eylül saldırıları düzenlenerek insanlığın kafası karıştırılmak istenmiş ve halk kitleleri korkutularak şirketlerin önü açılmaya çalışılmış ama gene de başarılı olunamamıştır .Bugün gelinen aşamada artık küresel şirketlerin yönlendirmesiyle yeni bir dünya imparatorluğunun kurulamayacağı açık bir hale gelmiştir . Şirketlerin devletlere karşı açtığı savaşa yitirmesi üzerine , var olan devlet yapıları durumu yeniden değerlendirerek , kendi yapılarını güçlendirme yoluna gidebileceği bir noktaya gelinmiştir .Bundan sonraki dönemde savaşı kazanan ulus devletler yollarına güçlenerek devam edecekler ve küresel anlamda bir dünya devleti , Birleşmiş Milletler Örgütünün çatısı altında bir araya gelmiş olan ulus devletlerin yeni bir dünya dayanışmasına yönelmesiyle gerçekleşebilecektir . Artık batı blokundan zorla dayatılan bir emperyalist küreselleşme olmayacak ama ,bunun yerine daha gerçekçi bir küresel dünya düzeni , ulus devletlerin kardeşçe dayanışmasıyla kurulabilecektir .Devletler kendilerini yenilyeyerek ve güçlendirerek ,şirketleri eskiden olduğu gibi denetimleri altına alacaklardır .

1 Eylül 2018 Cumartesi

ANKARA KALESİ-127 "ATATÜRK’ ÜN ALTIOK’ U" Prof. Dr .ANIL ÇEÇEN (Ankara, 23 Şubat 2012)


ANKARA KALESİ-127
"ATATÜRK’ÜN ALTIOK’U"
Prof. Dr .ANIL ÇEÇEN
Ankara, 23 Şubat 2012

Türkiye’de yaşayanlar Atatürk ile altıok kavramlarını sık sık birlikte duyarlar ama bu iki kavram arasındaki bağlantıyı herkes bilmez . Bilenler de tam olarak ifade edemezler . Atatürk ile altı ok arasındaki asıl bağlantı ve bunun ne anlama geldiği konusu ,günümüz koşullarında yeniden önem kazanmakta ve Türkiye her geçen daha kritik bir döneme doğru sürüklenirken bu iki kavram arasındaki ilişki , Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından yaşamsal önem kazanmaktadır . Özellikle bugünlerde , Atatürk’ün partisinin üst üste çifte kurultaylara yönlendirildiği bir aşamada ,altıokun anlamı ve Türk devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk ile bağlantısı , Türkiye Cumhuriyeti devletinin içine sürüklenmiş olduğu yaygın tartışma ortamı ve siyasal çıkmaz çerçevesinde çok daha acil değerlendirilmesi gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır . Bugünün siyasal koşullarında Atatürk ve altıok arasındaki bağlantı ve bu iki kavramın Türkiye açısından ifade ettiği ortak anlam Türk ulusunun geleceği açısından kritik bir önem kazanmaktadır .

Devlet kuran bir kurucu önder olarak Atatürk ,hem Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş modelini belirlemiş , hem de bu modelin dayandığı ana ilkeleri bir bütünsellik içerisinde belirleyerek , ulusal kongreler aracılığı ile belirlenmiş Türk ulusunun temsilcileri ile geleceğe dönük kurumsal bir siyasal yapılanma olarak örgütlemiştir . Dünyanın merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra ortaya konulan ulusal-üniter-merkezi devlet yapılanmasının dayandığı temel esasları ,devletin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk altı ilke ile belirlemiş ve bu temel esasları da altıok olarak ifade ederek geleceğe yönelik bir kurumsal modelin yapı taşlarını sistematik bir bütüne kavuşturmuştur . Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarıyla oluşturulan Heyeti Temsiliye , yeni başkent Ankara’ya gelerek 23 Nisan I920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin kapısını açmasıyla beraber kurulan yeni devlet 92 senedir , kurucu iradeyi temsil eden kurucu önderin sistematik bir bütüne kavuşturduğu temel esaslara ,yani diğer deyimi ile altıok’a dayanarak varlığını sürdürmüş ve ikinci dünya savaşına ,soğuk savaş döneminin çeşitli tehditlerine karşı kendini koruyarak bugünlere gelmiş ve doğru belirlenen bu ana ilkeleriyle birlikte yirmi birinci yüzyılda yoluna devam etmiştir . Yüzüncü yıldönümünü kutlamaya hazırlanan Türk devletinin temelinde ,ana omurgasında ve çatısında var olan altıok,Türk ulusunun üniter ve merkezi devletini yeni yüzyılda da emin adımlar ile geleceğe doğru taşımaktadır .

Ulusal kurtuluş savaşının kazanılması , yeni devletin kurulması ,çağdaş cumhuriyet rejiminin ilan edilmesinden sonra , Türk ulusunun dünyanın merkezi coğrafyasında geleceğe yönelik kurumsal bir devlet yapılanmasına sıra geldiğinde Atatürk ,I930’lu yıllarda Çankaya’daki kütüphanesine çekilerek ciddi araştırmalar yapmış ,beşbin civarında kitabı incelerken , çeşitli alanlarda uzmanlaşmış Türk vatandaşları ile , yabancı ülkelerden gelen ya da davet edilen önemli bazı uzmanlar ile ,Türkiye Cumhuriyetinin siyasal yapılanması üzerine önemli temaslar ve tartışmalar yürütmüş , Çankaya köşkündeki sofrasını bir anlamda Türkiye’nin Hyde Park’ına dönüştürerek , bu tartışma ortamından yararlı sonuçlar ortaya çıkarmaya çaba göstermiştir . İşte altıok olarak belirlenen devletin temel esasları bu dönemde belirlenerek , Atatürk’ün son döneminde hem anayasaya maddeler olarak eklenmiş hem de devleti kuran halkın partisinin simgesi olarak Atatürk’ün partisinin temel ilkeleri olarak benimsenmiştir . Türkiye Cumhuriyetinin bağımsız bir devlet yapılanması olarak ortaya çıkışı ve geleceğe dönük kurumlaşması doğrultusunda , altıok kavramı bir yapısal model ya da siyasal kimlik olgusu olarak gündeme gelmiş ,kurucu iradeyi temsil eden kurucu önderin belirlemesiyle de geleceğe yönelik olarak hem devletin hem de devleti kurmuş olan siyasal partinin oluşumunu simgeleştirmiştir .

Türkiye Cumhuriyeti eski Osmanlı ahalisinin , son Osmanlı Meclisinin ilan etmiş olduğu Misakı Milli sınırları içerisinde kurulan bir siyasal yapılanma olduğu için , ulusal kongrealerde halkın temsilcileri arasından seçilen Heyeti Temsiliye Türk ulusu adına devleti kurmuş ve bu kuruluş aşamasında da , Heyeti Temsiliyenin Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak örgütlenmesiyle de , ulusal kurtuluş savaşının örgütlü bir yapıya kavuşması sağlanmıştır . İşte bu halk örgütü ,daha sonra Türkiye halkı adına devlet kurarken , aynı zamanda siyasal partiye dönüşerek , Anadolu ‘daki bu yeni siyasal yapılanmanın çekirdek örgütü olarak öne çıkmıştır . Bu çerçevede , devletin kuruluşu ile ulusal halk hareketinin tarih sahnesine çıkışı aynı dönemde olmuş ve bir anlamda devlet kuran parti ile yeni kurulan devlet organları , öncülük yapan kurucu kadronun aynı elemanları tarafından oluşturulmuştur .Yeni devletin kuruluş aşamasından geleceğe dönük kurumlaşma aşamasına kadar ,kurucu önder Atatürk işin başında olduğu için ,yeni siyasal oluşumun kurucu iradesini devletin kurucu başkanı belirlemiş , devletin kuruluşundan sonraki aşamada rejimin geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmasında da hem Anayasaya hem de devlet kuran partinin tüzüğüne girmiş olan altı ana ilke altıok olarak bayraklaştırılmış ve hem yeni devletin hem de devleti kuran partinin simgesi haline getirilmiştir .

Atatürk’ün son döneminde ,devlet kuran partinin yaptığı genel kurul toplantılarında altı ana ilkenin kabül edilmesine dönük çalışmalar yapılmış ve alınan kararlar doğrultusunda altıok siyasal modeli pozitif hukuk düzeni içerisinde anayasal ilkeler olarak yer almıştır . Ulusal bir halk hareketinin tek temsilcisi olarak örgütlenen siyasal parti aynı zamanda devleti de oluştururken ,kurucu önderlik ve irade ,altıokun oluşum sürecini hem parti hem de yeni devlet düzeyinde birlikte örgütlemeğe çaba göstermiştir . Bu yüzden Atatürk dönemi cumhuriyet tarihi hem yeni devletin hem de devleti kuran siyasal partinin ortak tarihidir . Atatürk Cumhuriyeti ve Kemalist rejim böylece bir iç tutarlılığa sahip olmuş , kurucu iradenin devlet başkanlığı makamında temsil edilmesiyle de süreklilik sağlanarak her türlü iç ve dış tehdide rağmen , Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk hareketi , cemiyetin çatısı altında istikrarlı bir biçimde yönetilerek yönlendirilmiştir . I935 yılında yapılan bir parti kongresiyle altıok adı verilen temel esaslar , devlet kuran partinin resmi programına girmiş ve daha sonraki aşamada da Atatürk’ün son yıllarında gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle ,devletin yapısını ,siyasal modelini ve kimliğini belirleyen ana ilkeler olarak en üst düzeyde kabül edilmiştir . Tek parti döneminin kendine özgü koşullarında ortaya çıkan bu gelişme , devleti kuran parti ile onun kurmuş olduğu siyasal yapılanmayı benzer bir kimlik oluşumuna sürüklemiştir . Partinin ana vasıfları başlığı altında programa giren bu ilkeler daha sonraki aşamada devletin temel esasları olarak anayasal düzeyde benimsenmiştir .

Devlet kuran partinin ,ulusal egemenlik ülküsünü en iyi biçimde gerçekleştirecek devlet biçiminin Cumhuriyet olduğu ,partinin sarsılmaz bir inançla cumhuriyeti gerçekleştirmeğe ve korumaya kararlı olduğu,her türlü tehlikeye karşı bu doğrultuda mücadele edileceği programın içinde resmen belirtilmiş , ilerleme ve gelişme yolunda Türk toplumunun çağdaş uluslar ile beraber olacağı vurgulanmıştır . Egemenliğin kaynağı olarak ulus gösterilirken ,devlet ile yurttaşların anayasal çerçevede birbirlerine karşı hak ve ödevleri olduğu da bu programda belirtilmiştir . Yeni kurulmakta olan devletin çağdaş bir hukuk devleti olabilmesi için her türlü girişimin yapılacağı ,az zamanda yurdun kalkınabilmesi için her alanda özverinin gösterileceği ,devletin öncülüğünde kurulacak yeni ekonomik düzende özel sektöre de devletin denetimi çerçevesinde yer verileceği,özel sektöre devletin destek sağlayacağı ve belirli alanlarda güvence sağlayacağı , batı ülkelerinde görülen en ileri yollardan yararlanılarak toplum ve ekonomik düzenlerinin kurulacağı ,devrimlerin korunabilmesi için gereken her türlü adımın atılacağı 1935 programı ile devlet kuran parti tarafından ,kurucu önderin yolgöstericiliğinde benimsenmiştir . Ziya Gökalp’in yazdıkları ile Mustafa Kemal’in o zamana kadar söyledikleri , böylece altıok ile ifade edilerek bir ulusal modele kavuşturuluyordu . Cumhuriyetçilik ,ulusal egemenliğin en iyi ve güvenli biçimde uygulaması olarak tanımlanırken ,yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceğe dönük bir yolda kurumlaşmasının önü açılıyordu . Çok partili demokrasiye geçene kadar esas kavram olarak benimsenen cumhuriyet , ikinci dünya savaşı sonrasında demokratik rejime geçilmesiyle beraber demokrasi kavramı ile birlikte kullanılmağa ve böylece daha önce ilan edilmiş olan cumhuriyet rejiminin çağdaş ülkelerde olduğu gibi demokrasi ile tamamlanmasına çalışılıyordu .

Atatürk,dünyanın merkezi coğrafyasında orta boy bir devlet kurarken , Birinci dünya savaşı sonrası siyasal konjonktürü yerinde değerlendirerek hareket etmiştir .Onun gerçekci bir tutum ile realist bir politika izlemesi sayesinde ,yıkılmış olan bir imparatorluğun küllerinden çağdaş bir ulus devlet ortaya çıkarılabilmiştir . İçeriden ve dışarıdan çok büyük tehditlerin öne çıkmasına rağmen ,92 yıldır bu devlet yapısının ayakta kalması ve emin adımlar ile yoluna devam etmesi de , devletin kuruluş aşamasında ne kadar gerçekci ve ülke açısından doğru bir yol izlendiğinin açık bir göstergesidir . Atatürk , kuzeyde yer alan büyük devlet yapılanmasıyla beraber merkezi coğrafyaya hegemonya kurmak üzere saldıran batının önde gelen büyük devletlerine karşı çıkabilecek , çeşitli baskı ve tehditlere karşı direnebilecek büyüklükte bir ulus devleti hem merkezi hem de üniter bir model çerçevesinde kurarken , bölge dışı büyük devletlerin merkezi coğrafyayı ele geçirmek için izleyebileceği politikalara karşı güçlü bir devlet yapılanmasını örgütlemeğe çaba gösteriyordu . Dünyanın merkezinde yedi yüz yıl hüküm sürmüş Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden elde edilen dersler ile böylesine güçlü bir devlet çatısı güvenlik aranıyordu . Merkezde güç birikimi olmazsa , ve bu güç Misakı Milli sınırları içinde bütün ülkeye tam olarak egemen olamazsa , Osmanlı imparatorluğunu çöküşe sürükleyen tüm tehditlerin benzerleri yeniden Anadolu ve Rumeli halkını saldırı,işgal ya da savaş senaryolarına doğru sürükleyebilecekti . Böylesine olumsuz bir ihtimalin ortadan kaldırılabilmesi doğrultusunda , Kemalist hareket Türk ulusunun varlığını koruyabilme doğrultusunda ulusal-üniter-merkezi devlet modeline gerçekci bir tutum ile yöneliyordu .

Atatürk , üç dünya ortasında tam bağımsız bir devlet kurma yolunu seçiyor ve böylece Türkiye’nin sınırlarını çevreleyen üç dünya ile yeni devletin arasına mesafe koyuyordu . Her üç dünyanın dışında ,Osmanlı imparatorluğunun geride bırakmış olduğu otorite boşluğu alanındaki yeri doldururken ,her üç dünyanın uydusu ya da kopyası bir çizgide taklitçilikten uzak durmağa çaba gösteriyordu . İşte altıok arayışı ve uygulamasının arkasında yatan gerçek neden , kurucu iradeyi temsil eden Atatürk’ün her üç dünyaya yönelik mesafeli tutumudur . Osmanlı imparatorluğunu çökerten batının önde gelen emperyal devletlerine karşı uzak duran Atatürk , yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyetinin bir batı tipi sömürge devleti olmasını önlemek için elinden gelen her türlü çabayı göstermiştir . Beş yüz yıl boyunca bütün dünyayı sömürmüş olan batılı devletlere Türkiye’yi bağımlı kılacak liberal bir devlet yapılanmasından Atatürk bilinçli bir biçimde , Türk ulusunun bağımsızlığı için uzak duruyordu . Aynı biçimde , kuzeyde gerçekleştirilmiş olan Sovyet devriminin ortaya çıkardığı sosyalist devlet modeline de uzak durarak , Rus emperyalizminin güdümünde Moskova’dan talimat alan bir demirperde ülkesi konumuna da yeni Türkiye’nin düşmemesi için yoğun ve aktif bir dış politika uygulamaya çalışıyordu . Özellikle iki kutuplu dünya düzeni içinde gündeme gelen soğuk savaş döneminin Türkiye’nin bağımsızlığını ortadan kaldırmaması için Türk-Rus ilişkilerinin belirli dengelerde yürütülmesine dikkat ediliyordu . Türkiye yirminci yüzyılda doğu ve batı blokları arasında sıkışırken , Osmanlı devletinden miras aldığı merkezi bölgenin bağımsızlığını korumağa dikkat ediyordu .

Türkiye’nin etrafını çevreleyen üçüncü dünya ise İslam coğrafyasıydı . Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda büyük imparatorluklar oluşturmuş olan Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin devamı olarak devreye girerken , Orta Doğunun nüfus yapısının beşte dördünü oluşturan büyük İslam coğrafyasına dikkat ederek hareket etmek durumundaydı . Rus çarlığı ve Osmanlı imparatorluğu yirminci yüzyılın başlarında çöküşe geçerken , merkezi alanda egemenlik kurmak isteyen batılı emperyal devletler , Rusya’nın öncülüğündeki Panslavizm akımına karşılık Panturanizm,Pantürkizm ile beraber bir de Panislamizm akımlarını ortaya çıkarmışlardır . Rusya’nın panslavizmine karşılık Almanya pancermenizim ile karşılık vermeğe çalışmış ,Macarlar Panturanizm ile Cermenler ve Slavlar arasında varlıklarını korumağa yönelmişler , eski Osmanlı ahalisini ise batılı emperyal güçler panislamizm ile yönlendirerek Almanya ve Rusya’nın merkezi coğrafyaya hegemonya kurmalarını önlemeğe çalışmışlardır . Almanya daha sonraki aşamada panislamizmi destekleyerek Osmanlı toplumunu ele geçirmeğe çalışınca , İngiltere’de pantürkizmi destekleyerek Almanya ve Rusya’nın önünü kesmeğe çalışmıştır . Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası dönemde Avusturya-Macaristan, Rus ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarında pancılık siyaseti öne çıkmış ve her ülke ve grup kendine yakın ve akraba topluluklar ile bir araya gelerek merkezi coğrafyada yeni bir hegemonya düzeni oluşturmağa çalışmışlardır . Avusturya-Macaristan imparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan Türk asıllı topluluklar ise , bazı Musevi lobilerinin desteği ile panslavizm,pancermenizm,pantürkizm ve panislamizme karşılık panturanizmi savununca ortalık iyice karışmış ve merkezi coğrafyadaki yeniden yapılanma arayışları doğrultusunda ikinci dünya savaşına giden yol açılmıştır .

Pancılık siyasetleri , yeniden büyük birlikler oluşturmak üzere imparatorlukların çöküş aşamasında gündeme getirilirken , Osmanlının geride bırakmış olduğu devlet ve toplum yapısı da bir yeni arayışın içerisine giriyordu . Atatürk Osmanlı ordusunun bir generali olarak savaş ortamı içinde yetiştiği için , hem imparatorlukların çöküşünü , hem batılı emperyal devletlerin merkezi coğrafyaya gelerek işgal edişlerini hem de bölge halklarının kendilerini kurtarma mücadelelerini yakından izlemiştir . Bu yüzden savaş yılları ile birlikte gündeme gelen pancılık siyasetlerini yakından izlemiş ve dışarıdan güdümlü olarak geliştirilen bu pancılık siyasetlerinin hiç birisini alet olmadan hareket ederek , Osmanlı hegemonyasının geri çekilmesinden dolayı ortaya çıkan otorite boşluğu alanını ,bölge halkları ile işbirliği yaparak eskisi gibi onlar ile yeni dayanışma düzenleri oluşturarak kurtarmağa çaba göstermiştir . Batılı emperyal devletler pancı siyasetleri dışarıdan bölgeye dayatırken , Almanya,Rusya ve Macaristan’ın da kendilerini merkeze alan başka pancı siyasetlere yönelmeleri merkezi coğrafyada imparatorluk alanlarında yeni hegemonya düzenlerini pancı görünümünde yeni siyasal birlik projelerinin çekişmesini öne çıkarıyordu . Avusturyalılar Almanya ile beraber pancermenizme yönelirken ,Macarlar’da geldikleri Avrasya bölgesine yönelerek Panturanizm arayışı içine giriyorlardı .Doğu imparatorlukları tarih sahnesinden çekilirken , siyasal güçler ve merkezler bu pancılık akımları ile dünyanın orta bölgesine yeniden egemen olabilmenin arayışları içine giriyorlardı . İşte böylesine büyük coğrafya arayışlarında hegemonya girişimleri karşı karşıya gelirken , hatta daha da ileri giderek çeşitli bölgelerde sıcak çatışmalara ve savaşlara meydan açarken , bu sıcak coğrafyanın merkezinde yer alan Anadolu’da bir gerçekci uyanış Türk ulusunun önüne çağdaş bir alternatif sunuyordu . Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen Kemalist Cumhuriyet modeli , tam bu çatışma ortamında gündeme gelen realist bir çözüm olarak bütün pancılık hayallerini geride bırakarak merkezi coğrafyanın yeniden yapılanmasında kilit bir rol oynuyordu .

23 Nisan I920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış konuşmasında kurucu önder olarak Atatürk her türlü pancılık siyasetine açıkca karşı olduklarını , yeni kurulan Türk devletinin hiçbir biçimde Pantürkizm ya da Panislamizm politikalarına girişmiyeceğini , Osmanlı imparatorluğu gibi bölgesel hegemonya peşinde koşmayacaklarını ,hiçbir biçimde emperyal bir politikaya kaymayacaklarını açıkca ifade ederken , konuşmasını yurtta ve dünyada barış sözleri ile tamamlamıştır . Geniş bölgesel hegemonya ardında koşan pancılık siyasetlerini savaşların nedeni olarak gören Mustafa Kemal her türlü pancılık girişimine karşı çıkarken , pancı siyaset alanlarının tam ortasında pancı olmayan bir yeni devlet modeli oluşturarak , dünyanın merkezi coğrafyasında pancı girişimlerin savaşlarını önlemeğe çalışıyordu . İşte bu yüzden barışçıl bir politikaya yöneliyor , meşru müdafaa dışında bütün savaşların bir cinayet olduğunu söyleyerek , pancı siyasetler dayatan her türlü emperyalizme ,antiemperyalist bir doğrultuda karşı çıkıyordu . İşte üç dünya arasında kalan Türkiye’nin kendine özgü bir devlet modeli yaratmasının ana nedeni , bu pancı siyasetlerin merkezi ele geçirmek için yaptıkları çekişmelerdir . Birinci dünya savaşı sırasında gerçekleşen Sovyet devrimi bölgeye sosyalist sistemi getirince ,bu kez de pansovyetizm akımı öne çıkarak ve bütün doğu bölgelerini birleştirerek tek merkez olan Moskova’dan yönetim düzenini sağlamıştır . İşte Atatürk cumhuriyeti böylesine bir Sovyet emperyalizmine de mesafeli davranarak , hiçbir zaman Sovyet görünümlü bir Rus emperyalizminin kuklası küçük bir devlet durumuna düşmemiştir . Ruslar Panslavizm ile sonuç alamayınca , dünya kapitalist sisteminin dolaylı desteği ile pansovyetizme yönelerek , imparatorluklar coğrafyasını Moskova merkezli yönetme şansını yirminci yüzyıl boyunca elde etmişlerdir .

Atatürk dünyanın orta yerinde doğu batı çekişmesine uğramamak üzere tam bağımsız bir devlet modelini altıok esasları ile oluşturmağa çalışırken , Türkiye’nin güney sınırlarından başlayarak bütün merkezi coğrafyada yayılan İslam ülkelerine karşı da mesafeli davranarak tam anlamıyla bağımsız bir merkezi devlet modeli kurabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Misakı milli sınırları içerisinde yaşayan Türk halkının yüzde doksanı Müslüman olmasına rağmen , eski Osmanlı döneminden kalan gayrimüslim nüfusu da düşünerek ve Avrupa kıtasının yanıbaşında bir çağdaş ulus devlet kurabilmek üzere , devletin yapılanmasının laik çizgide olmasına dikkat edilmiştir . Böylece Türkiye’de ,Müslüman millet ve laik devlet sentezi oluşturulmağa çalışılmış , Osmanlı döneminde Avrupa’nın doğusunda yaşayan Osmanlı ahalisinin sahip olduğu Avrupa kültürü dikkate alınarak ve Balkan savaşları sonrasında Anadolu’ya Avrupa ülkelerinden yapılan büyük göçler dikkate alınarak , Arap ülkelerinde olduğu gibi bir Arap islamı değil ama , Asya ve Avrupa arasında yer alan merkezi bir ülkede Avrupa gibi medeniyetin beşiği bir kıtanın yanıbaşında bir modern Türk İslam düzeni , bir çağdaş cumhuriyet devleti çatısı altında laiklik esasına uygun bir biçimde kurulmak istenmiştir . Laik devlet modeli ile İslam ülkelerinden ayrılan Türkiye Cumhuriyeti , bu yönü ile İslam coğrafyasında gerçekleştirilen bir çağdaşlaşma devriminin ana merkezi olmuştur . Kemalist cumhuriyet , kurucu önder Atatürk’ün oluşturduğu altıok sentezi ile bütün İslam ülkeleri için laik devlet çatısı altında modernleşmenin başlıca örneği olmuş ve bütün İslam dünyasının çağdaş dünyaya açılması ya da kucaklaşması doğrultusunda bilime dayanan modern bir sentezin devlet modeli haline gelmiştir . Günümüz koşullarında çağdaş dünyaya bağımsız bir doğrultuda açılmak isteyen bütün İslam devletleri için Atatürk’ün cumhuriyet devleti model alınacak tek bilimsel ve gerçekci devlet biçimidir .Bu gerçeği gözden kaçırmak isteyen emperyal devletlerin , İslam ülkelerini yeniden sömürge durumuna sürükleyecek ılımlı İslam adını taşıyan yeni Panislamizm modellerine Müslüman devletlerin kapılmamaları ve antiemperyalist bir çizgide hareket ederek , tıpkı Atatürk Türkiyesi gibi ulusal çıkarlarını korumaları , varlıklarını gelecekte de koruyabilmeleri açısından zorunlu görünmektedir .

Altı oku meydana getiren altı ilke Türkiye koşullarında bir ulusal sentez oluşturabilmek için eklektik bir yöntem ile bir araya getirilmiş bir özgün modeldir . Altı ilkenin ilk üçü olan milliyetçilik,cumhuriyetcilik ve laiklik Fransız devriminden , ikinci üçünü meydana getiren devletçilik,halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de Sovyet devriminden alınmışlardır . Böylece doğu batı ekseninde Fransa ile Rusya arasında bir yerde dünya haritasında konumlanan Türkiye Cumhuriyeti ,her iki devrime karşı eşit mesafede hareket etmiş hiç birisinin etki alanına girmemiş ama bu iki devrimin getirdiklerinden esinlenerek bu iki siyasal oluşumun bazı ilkelerini Türkiye ve dünya gerçekleri doğrultusunda bir araya getirerek , doğu ve batı ekseninde merkezi bir devlet modelinin temelleri atılmıştır . Liberal ve sosyalist devlet modellerini red ederek yola çıkan Kemalist cumhuriyet, Fransız devriminden esinlenerek batı uygarlığının merkezi olan Avrupa kıtasının yanıbaşında çağdaş bir ulus devleti cumhuriyet rejiminin çatısı altında kurmuş ve laik bir devlet düzeni ile kendi Müslüman toplumunu da çağdaş dünyaya yönlendirmiştir . Tam anlamıyla bir batılı devleti modelini benimsemeyen Türk devleti aynı zamanda Rus devrimini ya da sosyalist devlet modelini bütünüyle benimsemiyerek Rus hegemonyasından da uzak durmağa çalışmıştır . Batı tipi devlet modeli ile batının doğu tipi devlet modeli ile de doğu blokunun sömürgesi olmak istemeyen Atatürk , Türklerin çağdaş cumhuriyetini tam bağımsız bir yapılanmaya doğru örgütlerken , her ik devrimden eşit koşullarda yararlanarak , altıok özgün modeline dayanan yepyeni bir ulus devleti bütün dünyanın gözleri önüne çıkarıyordu . Avrupa ile Rusya’nın yanıbaşında kurulan yeni Türk devleti , Avrupa ve Sovyet dünyalarına karşı eşit mesafede davranarak soğuk savaş döneminde dünyanın yeni bir denge düzenine kavuşmasını sağlayan kilit ülke olarak öne geçiyordu .Ayrıca , batıyı batı medeniyetine kavuşturan Fransız devriminin ana ilkesi olan laik devlet uygulaması da resmen benimsenerek ,ortaçağ karanlığından çıkamamış Arapların İslam dünyasına da aynı mesafe konarak üç dünya arasında özgün bir çağdaş devlet yapılanmasının jeopolitik bir örneği tarih sahnesine çıkarılıyordu .

Devletçilik,halkçılık ve devrimcilik ilkeleri Türkiye’nin batı sömürgesi olmasını önlerken , cumhuriyetçilik,milliyetçilik ve laiklik ilkeleri de ,Türkiye Cumhuriyetinin bir Sovyet uydusu küçük bir devletçik konumuna düşmesini önlüyordu . Laiklik ilkesi de aynı zamanda İslam coğrafyası ile Türkiye’ninkonumlarını ayırırken , soğuk savaş sonrasında dünyanın merkezi coğrafyasının yeniden yapılanmasında hareket noktası olabilecek , bir anlamda Asya ve Avrupa arasında yer alan geniş Avrasya bölgesinin geleceğe dönük kalıcı bir yapılanmaya dönüşmesinde emsal olabilecek bir model ülke olarak Kemalist Cumhuriyet devleti altıok sentezi ile dünyanın gündemine giriyordu . Merkezi coğrafyada doğu ya da batı modellerine mesafeli duran bir merkezi devlet modeli , altıok sayesinde dünyanın orta yerinde öne çıkıyordu . Altıok ile Atatürk sonrası dönemde kurumlaşan Türk devleti ,aradan geçen büyük zaman dilimine rağmen varlığını böylesine sağlam bir siyasal yaklaşımın ürünü olarak koruyabilmiştir . Batı ya da doğu uydusu olmayan , Arap dünyasının ortaçağ düzenine laiklik sistemi ile mesafeli davranan Atatürk ‘ün devlet yapılanması , her türlü emperyal baskı ya da tehdide rağmen ayakta kalabilmesini , altıok sentezi ile sağlam bir örgütlenme ve kurumlaşma gerçekleştirebilmesine borçlu bulunmaktadır . Zaman zaman Atatürk’ün partisini ele geçiren ya da tesadüfen yönetime gelen partili olmayan siyasetçiler dış baskılarla ya da çıkar çevrelerinin yönlendirmeleri ile altıok’tan vazgeçmeğe ya bunları değiştirmeğe kalkışmaktadırlar .Altıokun üçü kalsın diğerleri kalksın diyenler ,altıok artık eskidi diye çıkış yapanlar ,altıokun yerine batının uydusu olmayı gündeme getirebilecek liberal,neoliberal ya da sosyal demokrat tutumlar veya sapmalar , halkçılık ilkesini görmezden gelerek demokrasi ilkesi yok diyerek siyasal anlamda spekülesyonlara kalkışanların ardniyetli tutumları ,şimdiye kadar Kuvayı Milliye geleneğini sürdüren Atatürk’ün partisinin tabanı tarafından benimsenmemiştir . Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği bilinçli Türk gençliği ile , ulusal kurtuluş savaşından gelen antiemperyalist bilinci hala taşıyan Türk halkı ,her türlü emperyalizme ve uydu devlet modeline karşı çıkarken , Atatürk’e ve onun eserine bağlı kalarak altıok modeli ile bütün Türk ve İslam dünyası için çağdaş bir devlet modeli oluşturan Türkiye Cumhuriyetinin , bağımsız Avrasya yapılanmasında öncü bir rol üstlenmesini desteklemektedir . Türkiye’nin dünya barışı için böylesine önemli bir rol oynamasını istemeyen emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri ise , yeni Avrasya süreci içerisinde Türkiye’yi devredışı bırakabilmek için hem Atatürk’e hem de altıok modeline karşı çıkmaktadırlar . Bu çekişmenin sonucunu Türk halkının vereceği karar belirleyecektir , bu yüzden Türk toplumundaki cumhuriyetçi ve ulusalcı tabanı önümüzdeki dönemde bu doğrultuda ciddi sorumluluklar beklemektedir .

ANKARA KALESİ-175 "SOSYAL BİLİMLER TASFİYE EDİLİYOR" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 15 Haziran 2013) -Bugünün sosyal bilimleri ,beş yüzyıl önce gerçekleştirilen bilimsel devrimlerin sonucudur .İnsanlık orta çağdan çıkarken , Rönesans ve reform devrimlerinin sonucunda dinsel baskının dışına doğru adım atarken ,aynı zamanda bilimsel alanı kuracak olan bilim devrimlerini de yaşamıştır.


ANKARA KALESİ-175 
"SOSYAL BİLİMLER TASFİYE EDİLİYOR" 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 15 Haziran 2013

İnsanlık tarihinin bilgi birikimi ,günümüzde sosyal bilimler aracılığı ile temsil edilmekte ve bugünün kuşaklarına bir toplu birikim olarak aktarılmaktadır . İlk çağlarda doğal ortamda diğer canlılar ile birlikte yaşayan insan oğlu, zaman ilerledikçe gündeme gelen tarihsel dönemlerde ilerlemeler kaydederek bir uygarlık sürecine girmiştir . Günümüzün ileri yaşam düzeni ve düzeyi ,bilimsel devrimlerin sonucunda gerçekleştirilen uygarlık sürecinin bir sonucudur . İnsanlık her aşamada biraz daha ileri giderek çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş ve bu doğrultuda modern bir dünyanın sahibi olmuştur . Günümüzde yedi milyar insan , insanlığın bilgi birikiminin ürünü olan bir büyük yapılanmanın sonucu olarak , çağdaş ve modern bir dünyada yaşayabilme şansını elde etmiştir . Ne var ki , böylesine bir sürecin içerisinden süzülüp gelen bir entelektüel kadro , ekonomik güç sahibi merkezlere ve küresel sermayenin patronu konumundaki finans kapitale hizmet etme doğrultusunda böylesine olumlu bir durumu ters yüz ederek ,insanlığın elde etmiş olduğu gelişmişlik düzeyinden yedi milyar insanın yararlanmasını önlemeğe çalışmaktadır.Bir avuç azınlığın çıkar düzeni ,bütün insanlığa ortak kadermiş gibi empoze edilirken , sosyal bilimlerin günümüze taşıdığı bütün bilgi birikimi yok sayılmakta ya da emperyalist çıkar düzeni doğrultusunda çarpıtılarak , azınlığın çoğunluğa olan hegemonyası değişen koşullarda da sürdürülmek istenmektedir .

Bugünün sosyal bilimleri ,beş yüzyıl önce gerçekleştirilen bilimsel devrimlerin sonucudur .İnsanlık orta çağdan çıkarken , Rönesans ve reform devrimlerinin sonucunda dinsel baskının dışına doğru adım atarken ,aynı zamanda bilimsel alanı kuracak olan bilim devrimlerini de yaşamıştır . Avrupa merkezli dünyanın dışına doğru insanlık yönelirken keşifler ile kıtalar ve adalar bulunarak dünya haritasının çizilme şansı elde edilmiş , böylesine bir açılım aşamasına gelindiğinde de elde edilen toplam bilgi birikiminin kullanılmasıyla bilimsel devrimler gerçekleştirilmiştir . Bu adımların atılmasıyla insanlık orta çağ karanlığından çıkarken , sonraki aşamada yakın çağlar başlamış ve böylece insanlık modern bir dünyaya kavuşmuştur . Bugünkü dünya haritası ve insanlığın yaşam biçimi son beş yüz yılda gerçekleşen gelişmeler ve atılımların sonucudur . Buharın keşfi ile başlayan yeni dönemde birbiri ardı sıra gündeme gelen yeni icatlar ve keşifler, insanlığı orta çağ karanlığından uzaklaştırmış her geçen gün daha bilimsel bir yaşama doğru yönlendirmiştir . Bilimsellik modern yaşamı beraberinde getirmiş , insanlık modernizm ile birlikte gelişmeler göstererek çağdaş uygarlığın çatısı altında yaşama şansını elde etmiştir . Yıllar geçtikçe bulunan her yenilik hem yaşam düzenini geliştirerek ileriye doğru insanlığı sürüklemiş , hem de toplumsal ve siyasal sıçramaların hazırlayıcısı olmuştur .

Bilimsel atılımlar ile modern yaşamın gelişmesi hem paralel gitmiş ,hem de birbirlerini etkileyerek çağımızın yaşam düzenini özgün bir sentez olarak ortaya çıkarmıştır . Yıllar geçtikce yaşanan olaylar ,karşılaşılan sorunların getirdikleri , bilimsel bilgi birikimi olarak bilim ve eğitim kurumlarında bir araya getirilirken elde edilen yeni bilgiler insanlığın ufkunu açmış ,ufku açılan insanlar da daha ileri yeniliklerin peşinde koşmuşlardır . Her yeni durum ortaya yeni bilgiler çıkartırken ,zamanla biriken bilgilerin bilim merkezlerinde toplanmasıyla beraber , insanlık geçmişin birikimi olarak öne çıkan bilimsel bilgileri hem derleyerek bütünleştirmeğe , hem de tasnif ederek sistematik bir bütünlüğe kavuşturmağa çaba göstermiştir . Günümüzün üniversitelerinde okutulan bilim dalları böylesine geniş bir çabanın ürünü olarak , zamanla sistematik bütünlüğe kavuşmuş ve ayrı fakülteler halinde yürütülen yüksek eğitim ve öğretimin temelini oluşturmuştur . Bugün üniversite eğitimi olarak örgütlenen bilimsel yapılanma , orta çağdan çıkışı sağlayan bilimsel devrimlerin beş yüz yıllık birikiminin sonucudur . İnsanoğlunun karakterinde var olan kuşkuculuk ve merak ,beraberinde araştırma ve inceleme etkinliklerini artırmış ,bu gibi çalışmaların zamanla düzenli bir sistem içinde sürdürülmesiyle beraber de bilimsellik insanlığı yönlendirir hale gelmiştir . Bilginin önemli bir güç kaynağı olduğunu fark eden belirli toplumlar ya da devletler , oluşturdukları bilim merkezleri ya da araştırma birimleri ile birlikte bilginin gücünü en üst düzeyde kullanarak etkinlik ve hegemonyalarını artırabilmenin yollarını aramışlardır . Bilimsel çalışmalar arttıkça kuşku ve merak da üst düzeylere çıkmış ,bunun üzerine insanoğlu bilimsel araştırmaları daha da geliştirmek zorunda kalmıştır .

Bilimsel bilginin zamanla çok gelişmiş birikimleri gündeme getirdiği aşamalarda ,bilginin nasıl kullanılacağı üzerine tartışmalar yapılmış , gerçeklerin ve var olan koşulların daha fazla ölçüde incelenmesiyle birlikte metot konusu insanlığın önüne ciddi bir sorun olarak çıkmıştır . Yaşanan süreçte birbirini izleyen olayların arasındaki nedensellik ilişkisi ile sebep sonuç bağlantıları , daha üst düzeyde bilimsel çalışmaları gündeme getirdiğinde yaşam düzeninin kökten değişime sürükleyen önemli bilimsel atılımlar gerçekleştirilmiştir . Olayların gözlemi , içine sürüklenilen sorunların ortaya koyduğu durumlar , bilginin sürekli olarak yenilenmesini ve yenilenen bilginin de toplumsal yaşama aktarılmasını beraberinde getirmiştir . Bilgiye dayanan bir toplumsal yaşamın zamanla insanların daha üst düzeyde bir uygarlık arayışını gerçekleştirmesine yardımcı olduğu ve katkı sağladığı görülmüştür . Yaşam tarzının gelişmesi ve çeşitlilik göstermesi üzerine , birbirinden çok farklı alanlarda yeni yeni bilgi birikimlerine sahip olunmuş ve böylece çok farklı alanlarda yeni bilim dalları örgütlenme şansını elde etmişlerdir . Teknik alanlardaki buluşlar yaşam düzenini rahatlatırken , sosyal alanlardaki yeni bilgiler ise ,toplumsal ve siyasal yaşamın daha gelişmiş bir düzeyde örgütlenmesini sağlamıştır . Doğal olaylar karşısında batıl inançlara düşmüş olan insanların ,bu gibi çıkmazlardan kurtulabilmesi ancak bilimsel etkinlikler ve eğitim sayesinde gerçekleştirilebilmiştir . Sosyal alanlarda bilgi toplama ve ölçme ,bilgi değerlendirme ve aktarma gibi çalışmalar ,insanlığın daha modern bir dünyada yaşamasını sağlamıştır .

İnsanın doğal yaşamının modern bir toplumsal düzene dönüşmesi doğrultusunda , bilimsel atılımlar sayesinde aykırılıkları aşabilen insanlık; yeni kurallar ,modeller ve yollar bularak ilerlemeye devam etmeğe çalışmıştır . Modernizm bu yoldan gelmiş ve zamanla sistematize olarak insanlığa yol gösterici olmuştur . Yeni ve yakın çağlar ,modernizmin gelişerek insanlığa katkı getirdiği ve zamanla yaşam düzenini modernleştirme aşamasına çekerek gelişmiş bir toplum yapısının oluşturulduğu bur yeni dönem olmuştur . Modernleşme ,bilimsel devrimlerin sonucunda ortaya çıkan bir akım olmasına rağmen , belirli bir aşamadan sonra bilimselliğin elde edilmesi ve korunmasında da önemli işlevler görmüştür . Modernleşme sayesinde insanlık önce dünyaya sonra da uzaya açılmış ,yerkürenin egemeni olduktan sonra kozmosu da izleme ve kontrol etme şansını elde etmiştir . Teknik alandaki bilimsel dalların katkıları , toplumsal alandaki sosyal bilimlerin getirdikleri ile de birleşince insanlık çağ atlamış , beş asırlık bir macera daha sonraki aşamalarda kontrol edilemez bir biçimde yeni bir dünya düzenine doğru toplumları sürüklemeğe başlamıştır . Yirminci yüzyılın son on yılına kadar , bilimsel alandaki ilerlemeler ve bilimin getirdikleri . insanlığa tam anlamıyla modernist bir yaşam tarzı yaşatmıştır . Dünyanın en büyük devletleri ve emperyal güç merkezleri sahip oldukları üstün durumu bilgi birikiminin örgütleyicisi olan modernizmin getirdikleriyle gerçekleştirebilmişlerdir . Modernizm ,bir anlamda çağdaş dünyanın hazırlayıcısı olmuş ,bilimsel bilgi birikiminin hem siyasal hem de sosyal bir güç olarak daha ileri bir yaşamın yaratılmasına katkı sağlamasında yol göstermiştir .

Modernizm sayesinde yirmi birinci yüzyılın eşiğine gelen insanlık , yirminci yüzyılın bitmesine on yıl kala bir büyük olay ile karşılaşınca her şey alt üst olmuş , tarihin geleceğe doğru yönelen kesintisiz doğrultusu dünyayı değiştirmek isteyen güç merkezleri tarafından tamamen tersine çevrilmek istenmiştir . İki kutuplu dünya düzeninin doğu ayağı olan sosyalist sistemin çözülmesi üzerine , batı emperyalizmi tek merkezli yeni bir dünya düzenine yönelerek ,eskisinden çok farklı bir siyasal düzen getirmek istemiştir . ABD’nin tek süper güç olarak dünyanın merkezinde yer aldığı yeni yapılanmada , bir avuç aşırı zenginin oluşturduğu finans kapital merkezi , bütün yer küreye emperyal bir imparatorluk çatısı altında egemen olmağa çalışırken , insanlığa postmodernizm adı altında yeni yaklaşım önerilmeğe başlanmıştır . Küreselleşme dönemi yeni başlarkan akla veda etmeyi öneren kitaplar yayınlanarak ,geçmişten gelen bilimsel bilgi birikiminin yıkılmağa çalışıldığı ,din göklere çıkarılırken bilimin yerlerde sürünme noktasına getirildiği anlaşılmıştır . İnsanlık tarihinde . ilkel dönemlerden sonra dinin egemen olduğu bir karanlık orta çağ dönemi yaşanmıştır . Sonraki aşamada da bilgiye dayalı eğitim sayesinde modernizm insanlığın gelişimini gerçekleştirmiştir . Orta çağın simgesi olan din , küreselleşmenin yeni döneminde esas alınarak öne çıkarılırken bilimsel devrimin ürünü olan modernizm geride bırakılarak , post -modernizm adı altında yeni bir akım örgütlenmeğe çalışılmıştır . Modernizm bilime ve bilgiye dayanırken , postmodernizm tıpkı ortaçağ’da olduğu gibi dini öne çıkararak bilimi geri plana atmağa çalışmaktadır . Bazı din adamlarının öncülüğünde bir din burjuvazisi oluşturularak ve , tarikatlar ya da cemaatlar işbirlikçi ortak olarak kullanılarak bilim merkezlerine karşı tekke ve zaviyeler yeniden gündeme getirilmiştir . Dinin kutsandığı bir ortamda bilime karşı çıkılmış , pozitif bilimlere dayanan bilim dalları yerine bazı din adamlarının görüşlerini yansıtan kitap ve yayınlar fazlasıyla yayınlanarak , toplumların bütünüyle bu yeni modernizm ötesi akıma teslim olması hedeflenmiştir .

Dini siyasallaştıran ,siyasal İslamcılar küresel emperyalizm tarafından işbirlikçi örgütlenmeler olarak öne çıkarılarak,ulus devletlere karşı bir uluslar arası tekelci şirketler ve dinci cemaatlar arasında bir siyasal ortaklık oluşturulmak istenmiştir . Batı dünyasının kapitalist sistemi ekonomi üzerinden bütün dünyayı teslim alırken , bugüne kadar devam edip gelen bilimsel gelişmelerin ürünü olan modern dünya var olup olmama noktasında kritik bir aşamaya sürüklenmiştir . Bilimselliğin inkar edilmesi ,buna karşı her türlü bilim dışı yolların gündeme getirilmesi dünyayı altüst ederken ,bu durumdan yararlanmak isteyen küresel sermaye giderek artırdığı ekonomik baskılar aracılığı ile harita üzerinde yer alan tüm ülkeleri ele geçirebilmenin çabası ve hesapları içinde olmuştur . Siyasal gelişmeler bu doğrultuda yönlendirilirken , siyasal gerçekliğin arkasında yer alan sosyal bilimler alanı tümüyle büyük bir değişikliğe doğru zorlanmağa başlanmıştır . Geçmişten gelen yüzyılların birikimi görmezden gelinirken ,sosyal bilimler alanındaki normal çalışmaların önü kesilmiş ,geleneksel olarak sürdürülen eski çalışmalar bir yana bırakılırken ,eskisinden çok farklı yeni yeni alanlar ve konularda daha farklı yapılanmalar yavaş yavaş örgütlenmeğe çalışılmıştır . Sosyal bilimler alanında yapılmakta olan her yeni çalışma bu alanın daha da zenginleşerek ileri doğru gelişmesine yardımcı olacağına , eskisine oranla daha farklı boyutlarda yeni süreçlerin önü açılmağa çalışılmış ve bu doğrultuda girişimler ile kısa zaman içerisinde sonuç alarak daha farklı bir dünyanın gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir .Alışılmışın dışında çok farklı yollara ve yönlere gidilmesiyle , bilimsel bilgi birikiminin ötesinde yepyeni bir dünya düzeni , modern çağlar geride bırakılarak elde edilmeğe çalışılmıştır . Teknik alanlardaki gelişmeler maddi dünyanın yapısını değiştirdiği gibi sosyal bilimlerdeki gelişmeler de insanlığın hem düşünce yapısını hem de toplumsal yaşam biçimini modernizm doğrultusunda geliştirmiştir . Eski hali ile sosyal bilimler , bugünkü modern dünyanın ve yaşam biçiminin her yönü ile hazırlayıcısı olmuştur .

Küreselleşme döneminin başlamasıyla beraber her şeyin kökten değiştirilerek yepyeni bir dünyanın yaratılması hedeflenince ,uluslar arası sermaye merkezleri modernizmin inkarı doğrultusunda bir postmodernizm akımını geliştirmeğe yönelmişlerdir . Postmodernizm , her türlü akılcılığın ve bilimselliğin reddi çizgisinde ortaya çıkmış ve akıldışı yollar ile rastlantısal gelişmeleri ele alan yeni bir akım olarak küreselci güçler tarafından örgütlenmeğe çalışılmıştır . Küresel sermaye bütün dünyaya tam anlamıyla egemen olabilmek üzere saldırırken , modernizmin kazançlarından batının dışındaki ülkelerin yararlanmasını önlemeğe çalışmış ,batılı ülkelerin ötesinde yer alan diğer kıtalardaki ülkelerin modernleşerek kendilerini korumalarının ve diğer devletler ile rekabet ederek gelişmelerinin önü kapatılmağa çalışılmıştır . Bu nedenle , dünya ülkeleri akıl ve bilimden uzaklaştırılırken ,sosyal bilimler alanına uçuk kaçık görüşler dışarıdan şırınga edilerek modern dünyanın devlet ve toplum düzenlerinin altları oyulmağa çalışılmıştır . Sosyal alanlardaki bilimsel çalışmalar sayesinde oluşturulan toplum ve devlet düzenlerinin küresel sermaye tarafından yıkılmak istenmesi üzerine ,böylesine bir projenin önünü açacak ve destekleyecek sonuçları almak üzere sosyal bilimler alanına uçuk ve kaçık görüşler getirilmeğe başlanmıştır . Bu gibi olumsuz yaklaşımları yeni bilimsellik adına savunan küresel emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri ,sosyal bilimleri rayından çıkarmak , değişik yönlere çekmek ,yeni siyasal projeleri doğrultusunda çıkarcı bir biçimde kullanmak üzere sosyal bilimleri toptan yok edebilmenin yollarını araştırmışlardır . Üniversite ve yüksek okullarda sürdürülen eğitim çalışmaları ve araştırma projeleri bu doğrultularda değiştirilmeğe çalışılmış , batının sermaye merkezleri kendi dünya imparatorluğunu kurabilmek üzere bilimdışı yaklaşımlar ile sosyal bilimler alanındaki birikimi tasfiye etmeğe çalışmışlardır .

ABD’nin yaşayan en büyük bilim adamlarından İmmanuel Wallerstein ‘ın öncülüğünde sosyal bilimlerin yeniden yapılanması için bir komisyon I993 yılında oluşturulmuştur . Küresel emperyalizmin bütün dünyaya egemen olabilmesi için sosyal bilimlerin en üst düzeyde kullanılabilmesini hedefleyen bu girişimin ilk toplantısı I994 yılında Lizbon’da ,ikincisi I995 yılında Paris’te ,üçüncüsü de Binghamton kentinde yapılarak ,sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması doğrultusunda bilimsel bir rapor ortaya konulmuştur . Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ortaya çıkan bu raporu bizzat İmmanuel Wallerstein kaleme almış ve “Sosyal bilimlerin önünü açın “ başlığı altında geçmişten gelen sosyal bilimler birikiminin tasfiyesi ile beraber , bu alanın önünü açma bahanesi ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yepyeni bir sosyal bilimler anlayışı egemen kılınmak istenmiştir . Küresel bir dünyada sosyal bilimlerin nasıl olması gerektiğini ele alan rapor okunduğunda bütünüyle bir sosyal bilimler tasfiyesinin hedeflendiği görülmektedir . Rapor da , sosyal bilimlerde uzmanlaşmanın aşırı bir noktaya ulaşmasının toplumsal alanda önemli zararlı sonuçlar verdiği ,ve o nedenle sosyal bilimlerde çok ileri düzeyde uzmanlaşmaya gidilmemesi gerektiği , bir bilim adamına yakışmayacak düzeyde ifade edilmektedir . Bilginin genişliği ile derinliği arasında meydana gelen aşırı uzmanlaşmaya karşı mücadele edilmesi gerektiği ifade edilirken ,bilimin gücünden toplumların yararlanabilmesinin önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Ayrıca bilim alanında kesinliğe karşı çıkılırken ,her türlü evrensel bilginin kısmi olduğu ve bir çok evrensel ve tümel bilgi bulunduğu belirtilerek sosyal bilimler alanında ciddi bir karışıklık yaratılmak istenmektedir . Hiçbir gerçekliğin diğerinden daha üst düzeyde olmadığı belirtilirken ,bilimsel çalışmaların yetersizliği yüzünden belirsizlik ortamının genel geçerli bir konuma sahip olduğu vurgulanmaktadır . Değişim her alanda çok hızlı olarak devreye girdiği için ,her yenilik beraberinde cehalet alanları yaratmakta ,bu gibi bilinemezlik durumlarında bilim adamlarının kendi alanlarını korumağa çalışmaları , netliğe ulaşılma konusunda en büyük engel olarak akademik bir günah durumu yaratmaktadır . Sosyal bilimler alanında genellemeler yapılmadan doğrulara ulaşılamayacağı gene aynı raporda vardır .

Wallerstein “Sosyal bilimlerin önünü açın “derken aslında küresel emperyalizmin önünü açmağa çalıştığı için var olan devlet düzenlerine açıkça karşı çıkmakta ve hiçbir devletin sosyal bilimleri kendi çıkarları açısından kullanmaması gerektiğini gene bir bilim adamına yakışmayacak doğrultuda öne koymaktadır . Bilim adamlarının bilim yaparak dünyaya ve insanlığa hizmet vermeleri gerekirken , sosyal bilimleri tasfiye etmeye yönelen küresel emperyalizmin bir akıl hocasının sosyal bilimlerin devlet merkezli olmaktan çıkartılması isteği pek de iyiniyetli olmayan bir talep olarak görülmektedir . Ona göre ,her devlet sosyal bilimlerden fazlasıyla yararlanmakta ve sosyal bilim sonuçlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak kendini ve toplumda sağladığı düzeni korumaktadır . Bu durum devam ettiği sürece , var olan ulusal , üniter ve merkezi devletleri yıkmak ve dağıtmak mümkün olamayacağı için , küreselleşme süreci devam ederek bir imparatorluğa dönüşemeyecektir .Bu yüzden ,bir an önce sosyal bilimlerin devlet merkezli olmaktan çıkarılmaları gerekmekte ve ondan sonra da piyasa ekonomisinin yönlendirmeleri doğrultusunda bir dalgalanmaya bırakılmaları gerekmektedir . Devlet düşmanı küreselleşme akımı piyasayı tanrılaştırırken ,sosyal bilimleri de devlet merkezli olmaktan çıkararak piyasaya odaklı yeni bir yapılanmaya doğru iteklemektedir . Devletlerin üniversite ,fakülte ,yüksek okul ya da akademi gibi eğitim ve araştırma kurumları kurmalarına son verilmeli , bilimsel alan bütünüyle piyasaya terk edilmelidir . Kamu üniversitelerinin yerini özel üniversiteler alırsa sosyal bilimler devlet merkezi olmaktan çıkabilirler . Böylece sosyal bilimlerin önünü açma görüntüsü ile piyasaya teslimi gerçekleştirilmek istenmektedir . Devletlerin sosyal bilimleri kendi çıkarına göre biçimlendirmesi önlenmelidir.Devleti koruyan sosyal bilimler değişime ve geleceğe kapalıdır.Devlet dışı bir bakış açısı ile devletlerin devredışyı kalacağı bir doğrultuda sosyal bilgilerin yeniden ele alınması gerekmektedir .

Rapor’a göre ,her alanda sosyal bilim olmasına gerek yoktur . Zamanla sosyal bilimlerin içinden çıkan ve giderek ayrı bir bilimsel dal haline gelen bilim alanlarının ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyal bilimler ile ilgili olarak genel bir bakış açısının yeterli olacağı ,böylesine genel bir çerçeve içerisinde sosyal bilimler bir bütün haline getirilerek , aralarındaki ayrışma ve farklı dallar olarak ortaya çıkma girişimlerine son verilmelidir . Felsefenin içinde birleşen sosyal bilimlerin daha sonradan ayrı dallar halinde gelişmesi zararlı olmuştur.Hukuk,ekonomi,sosyoloji,psikoloji ve tarih gibi ayrı bilim dallarına gerek yoktur . Bunlar eskiden olduğu gibi bir bütünsellik içinde yeniden ele alınmalıdır .Felsefe’nin içinden çıkan her bilim dalı ,bağımsız bir alan olarak ayakta kalabilmek ve varlığını sürdürebilme doğrultusunda geliştirdiği kategorik yapılanmalar gereksizdir ,bu yüzden her sosyal bilim dalının kendi içinde geliştirdiği kategoriler ve bilimsel kurallara gerek yoktur . Bunlar bütünsellik içerisinde ortadan kaldırılarak , tüm sosyal bilgilerin tek ve bütünselleşmiş bir şekilde yeniden yapılandırılmasının sağlanması gerekmektedir . Sosyal bilimler geçmişten koparılarak , küresel dünya düzenine göre yeniden düzenlenmelidir . Geçmişten gelen kurallar ve teorilerden sosyal bilimler kurtarılmalı ve tek ve bütün bir biçimde genelleştirilerek yeniden düzenlenmelidir . Böylece sosyal bilimlerin önünün açılacağı ve geçmişten gelen kurallara dayalı sosyal bilgilerin devletler tarafından kullanılmasının önüne geçilebileceği ileri sürülmektedir . Ulus devletleri ortadan kaldırmak isteyen emperyalizm bunların toplumsal temeli olan ulusal yapıları ve tarihten gelen dayanaklarını tümüyle ortadan kaldırmaktadır . Tarihi ve sosyal bilimleri yok edilen uluslar ve devletlerin yıkılması kaçınılmaz olacaktır . Devletlerin sahip oldukları yerleşik kamu düzenlerinin temelinde yatan sosyal bilimlerden gelen bilgi birikimi ,bilim düşmanı emperyalizmin zorla dayattığı postmodernizm saçmalığı ile ortadan kaldırılmağa çalışılmaktadır .Özel araştırma merkezlerinde piyasanın çıkarları doğrultusunda üretilen uçuk kaçık bilgiler ile dolu saçma raporlar ile sosyal bilimler alanı teslim alınmağa çalışılmaktadır .

Sosyal bilimlerin değişime açılması doğrultusunda kaleme alınan Wallerstein raporu ,sosyal bilimlerin yerel ve kısmiliği üzerinde durmakta ve evrensel alanda geçerli olabilecek tek ve genel bir sosyal bilim yapılanmasının olamayacağını ortaya koymaktadır .Yerellik ile beraber ,sosyal araştırıcıların kişisel tavırlarının öne çıkaracağı sübjektiflik sosyal bilimlerde etkili olduğu için ,gerçek anlamda bilimselliğin göstergesi olan objektifliği önlemektedir . Bu doğrultuda sosyal bilimlerin evrensel geçerliliğe sahip olamayacağı vurgulanmaktadır . Birbirinden farklı alanlarda üretilen sosyal bilgiler zaman zaman birbirleriyle çelişmekte ve bu nedenle ortaya karmaşık bir durum çıkmaktadır . Sosyal ortamlarda bilgi ve değerler çatışmasının önlenebilmesi için coğrafi ayrışma yoluna gidilmesi gerektiği ,medeniyetler ayrılığı ya da çatısması tezlerine uygun olarak savunulmaktadır . Her bölge kendi coğrafyasına uygun düşen sosyal ya da siyasal bilimler geliştirme hakkına sahip olabilmelidir . Bu doğrultuda üniversitelerde farklı bölgelerin özelliklerine uygun düşen sosyal bilim çalışmaları yapılabilecektir . Üniversitelerdeki kemikleşmiş sosyal bilim yapılanmalarının aşılabilmesi için , bilim adamlarının değişik üniversitelerde çalışmaları desteklenmeli , farklı üniversitelerden gelen araştırmacıların beraberce çalışabileceği birleşik araştırma projelerinin örgütlenmesi sağlanmalıdır . Ayrıca bir alanda uzmanlaşmış olan bilim adamlarının birden fazla alanda çalışmaları mümkün olabilmeli ,bu doğrultuda her öğretim üyesi kendi bilim dalına yakın olan dallarda da öğretim üyeliği ya da araştırmacılık yapabilmelidir . Ayrıca belirli dallarda yüksek lisans çalışmaları yapan genç araştırmacıların farklı bilimsel alanlarda çalışmalarının sağlanması ile daha genel düzeyde çalışabilecek bilim adamlarının yetiştirilmesi aynı raporda önerilmektedir . Kendi alanında örgütlenen üniversite ya da fakültelere karşılık farklı alanlardaki birimlerden oluşan karma düşünce ve araştırma kurumlarının oluşturulmasıyla beraber , disiplinler arası ortak bilimsel oluşumlara yönelinmesi de sosyal bilimler alanında yeniden yapılanma girişimlerine öncülük yapabilecektir .

Wallerstein raporunun Türkiye’de yayınlanması üzerine , Türk üniversitelerinde de benzer arayışları konu alan çeşitli bilimsel toplantılar düzenlenmiş ve sosyal bilimlerin önünün açılabilmesi doğrultusunda ,sosyal bilimler üzerine yeniden düşünülmeğe başlanmıştır . Sosyal bilimler ile ilgili eski yaklaşım ve kavrayış yöntemlerinin bir yana bırakıldığı ve kürselleşme döneminde yeni bir kavrayış ile sosyal bilimler alanına girildiği noktada ortaya çıkan sorunlar ele alınarak tartışılmış ve Lizbon raporu doğrultusunda yeni yaklaşımlar önerilmiştir . İnsanın doğası ve gereksinmesi üzerinde yeni yöntemler ile çalışmalar yapan bazı sosyal bilimciler yeni meşruiyet zemini arayışlarına kalkıştıkları aşamada eskisinden farklı yaklaşımlar aracılığı ile sonuca ulaşmağa çalışmışlardır . Sosyal bilimler ile siyaset ilişkisi giderek öne çıkmış ve değişen siyasal yaklaşımlar doğrultusunda sosyal bilimler alanında da paralel değişiklikler gündeme gelmiştir . Küresel dönemin egemen güçleri kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir dünya düzeni oluşturmağa çalışırlarken , bilgiyi bir güç kaynağı olarak kullanmağa çalışmaktadırlar . Bu nedenle ,sosyal bilimleri yeniden yapılandırmak onlar açısından zorunlu bir duruma gelmiştir . Beşeri bilimler alanında üretim yapmak, değişen koşullar dikkate alınarak sürdürülürse o zaman küresel güçlerin bütün dünyaya empoze ettiği bir postmodern yapılanma kendiliğinden gündeme gelecektir . İnsanlığı modernizmin kazançlarından uzaklaştıracak böylesine bir yapılanma yeni ortaçağı gündeme getirerek ,ciddi anlamda bir gerilemenin öncüsü olabilecektir . Orta çağdaki bilim dışı ortam ile din ve inançlara dayalı bir yaşam düzeninin bundan sonraki aşamada yeniden düşünülmesi ,yüzyılların bilimsel birikimine ortaya çıkan uygarlık düzenine ters düşmektedir . Sosyal bilimlerde açıklık ilkesi öne çıkarılırken ve bu alandaki bilimsel çalışmaların önü açılmağa çalışılırken , daha ileri değil ama daha geri bir noktaya sürüklenilmesi , insanlığın geleceği açısından üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir durumdur . Yenilik bu alanda ilerlemeyi değil ama tam aksine geriye doğru kaymayı beraberinde getirmektedir .

Çokkültürcülük küreselleşmenin dayandığı ideolojilerden birisi olarak , sosyal bilimler alanında genel geçerli bir kuram haline getirilmeğe çalışılmaktadır . Birden fazla kültürün bir arada bulunması ,bu durumun zamanla daha çok kültürü içinde barındırması sosyal bilimler alanında bugün gelinmiş olan istikrarlı bütüncül yapılanmayı bozacak kadar tehlikeli bir durum yaratmaktadır . Sosyal bilimlerin kesinlik çizgisinden uzaklaştırılmasında çok kültürcülük önemli katkılar sağlamakta , birden fazla kültürün bir arada bulunmasıyla birlikte çokluluk ya da çoğulculuk öne çıkacağı için , sosyal bilimlerin tekçi yapıları geride kalarak yeni çoklu düzenin yapılanmasına uygun düşecek bir çoğulculuğa kendiliğinden yönlenebilecektir . Sosyal bilimlerin önünü açmağa çalışan emperyalistler , Açık Toplum Enstitüleri kurarak hem açık hem de ,modern dünyanın dayandığı temeller açısından akıl dışı ve kaçık olarak adlandırılabilecek girişimleri ya da denemeleri özgürce gündeme getirebilmektedirler . Açıklık adına geliştirilen yeni yaklaşımların ,sosyal bilimleri geliştirmediği aksine tasfiye ederek ortadan kaldırdığı görülmektedir . Bu doğrultuda yapılan bir çok uluslar arası toplantı ya da bilimsel konferanslarda açıklık yaklaşımı görünümünde sosyal bilimlere karşı çıkan ,onları eski yapıları ile tasfiye eden , ve yeni yapılanma adı altında ortadan kaldıran bir çok tebliğ ya da konuşma ortaya konulabilmektedir . Çok kültürcülük adına üniter yapılar ya da bütüncül bilgiler geride bırakılırken ,küresel emperyalizmin çok istediği parçalı ve çoklu yapılanmalar kendiliğinden bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır .

Küreselleşme akımının çeyrek yüzyıllık dönemi tamamlanmıştır . Soğuk savaş döneminden çıkarken sosyalist sistemi ortadan kaldıran batı emperyalizminin , tek merkezli bir küresel imparatorluk yaratmağa yöneldiği yeni dönemde uygarlığa verdiği zararların başında bilimsel alanı bozarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmağa çalışmasıdır . Büyük parasal fonlar ile desteklenerek dıştan güdümlü ve uzaktan manüplasyonlu göstermelik bilimsel toplantılarda beş yüz yıllık sosyal bilimler birikiminin tasfiye edilmeğe çalışıldığı açıkça görülmektedir . İnsanlık böylesine bir emperyal oyunu anlayacak kadar deneyime sahip olduğu için ,çeyrek asırlık saldırılar ile sosyal bilimlerin getirmiş olduğu bilgi birikimi bugüne kadar yıkılamamıştır . Bu kadar baskı ve saldırıya rağmen varlığını koruyabilen sosyal bilimlerin önümüzdeki dönemde toparlanarak bir sıçrama yapması çağdaş uygarlığın korunabilmesi açısından bir zorunluluk göstermektedir . Bu doğrultuda bütün sosyal bilimcilerin daha uyanık ve bilinçli hareket etmeleri gerekmekte ve emperyal amaçlı siyasal senaryolar üzerinden sosyal bilimler alanına saldırılar önlenebilmelidir . Sosyal bilimleri tasfiye etmeğe kalkışanlar , sosyal bilimlerin geliştirilmesiyle önlenebilmeli , sosyal bilimciler çalışma alanlarına yönelik saldırıda bulunan emperyal merkezlere karşı hem kendi alanlarını koruyabilmeli hem de ,bilimsel sıçramalar yaparak daha örgütlü bir düzeyde insanlığa ve uygarlığa gereken hizmetleri verebilmelidirler . Sosyal bilimlerin tasfiye dönemi biterken , yeniden doğuş dönemi tıpkı rönesans ve reform dönemlerinde olduğu gibi yeniden gündeme getirilebilmelidir .