28 Şubat 2019 Perşembe

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 192 (Ankara, 24 Nisan 2014) -Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde ,Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal egemenlik ve Çocuk bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile , hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile ,Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu.

ANKARA KALESİ NO: 192
ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 24 Nisan 2014

Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken , bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır . Her sene 23 Nisan tarihinde , Türkiye Cumhuriyeti devleti , Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu . Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde ,Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal egemenlik ve Çocuk bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile , hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile ,Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu . Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına doğru gidilirken , her sene aynı günde kutlanan ulusal egemenlik ve çocuk bayramının , son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden ,son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır .

Aslında , Türkiye Cumhuriyetinin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken , Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır . Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs gençlik ve spor bayramı için de ,son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken , kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır . Büyük Atatürk , vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken,Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi kuruluş tarihi olan , Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu . Aynı doğrultuda , cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de ,cumhuriyet bayramı olarak , Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu . Benzeri bir doğrultuda , düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de ,Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu .

Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü , Türk çocuklarına armağan edilirken ,ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu . Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin ,daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları , çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu . Nitekim , böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş ,doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır . Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken , Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar , yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır . Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen , ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır . Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir . Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken ,Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir . Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde , Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek , güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır.Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır .

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti , imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir . Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslar arası geçiş dönemi yaşanırken , Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır .İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, bir çok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir . Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolu kaybetmeleri üzerine , imparatorluk sınırları içerisinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak ,kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir . Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar , büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken ,daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek , öteki unsurunu oluşturmuşlardır . Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince ,Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır .

On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken , ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır . Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken , devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı , ulus egemenliği olarak belirlenerek , hanedan egemenliğine son verilmiştir . Böyle bir aşamaya gelindiğinde ,Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından itibaren kabül edilen krallıkların sınırları içerisinde kalan bölge ülke olarak kabül edilerek , bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir . Krallıklardan ulus devletlere geçilirken ,ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla ,ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır . Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken , devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu .Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için , feodal devlet ya da kral devlet bir aile,hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu . Bu gibi rejimlerde devletin temelinde, ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu . Fransız devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine , toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu . Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken , yeni dönemde ülke sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması ,ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu . Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu . Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri ,yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu . Böylece , devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken , merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu . Uluslar çağı başlarken , dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu .

On dokuzuncu yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar , yirminci yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da , emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı . Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca devam eden sömürge yönetimleri birinci dünya savaşı sonrasında , dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu . Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu . Birinci Dünya Savaşı yirminci yüzyılın kaderini belirlerken , yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda , Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu . Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu .Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada , eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak ,bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu . Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi , Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek , batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu . Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda , Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konulan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu . Milli sınırlar içerisinde geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı ,sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içerisinde , ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı .

Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk , Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile , Heyeti Temsiliyenin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu . Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu . Bu doğrultuda , on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine ,ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu . Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için , geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek , devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu . Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile , Türkiye kısa bir zaman sonra , dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu . Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra ,imzalanan uluslar arası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabül ediliyordu . Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik unsuru içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında , uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu . Katı bir milliyetçiliğin yerine , çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu . Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı ,tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu . Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim , toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu . Atatürk dönemi ,her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir .

Atatürk sonrasında ise , uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur . İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden , tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir . İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin ,Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyetinin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur . Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir . Atlantik emperyalizmi üzerinden , ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur . Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan , batısında Megaloidea doğrultusunda İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen hırıstıyanları ,ABD’nin gelişi ile beraber Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde Musevi lobileri izleyince , Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma sürecinin önü kesilmiştir . Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen Nato ittifakının , batı emperyalizminin kontrol altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden ,Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır . Zaman içerisinde Tevhidi tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış , ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş , yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş ,ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır . Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş ,gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile ,Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek , toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır . İkinci meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler , batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür .

Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince , Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır . Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör ,Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır . Ayrıca , batı ile artan ilişkilerde , batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek , Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır . Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış , batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak , geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir . Ayrıca , yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte , Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir .Bugün Türkiye devletinin ulusallığı sadece anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak , devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir . Ayrıca , çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla ,Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek , Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir . Bu nedenle , Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür . Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken , devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır . Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden ,Türkiye yavaş yavaş bağımsız ulus devlet statüsünden ,tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi , batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu , 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını ,ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır . Ulusal egemenlik bayramını , ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu , ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle , geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır .

Yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken , Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin , ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir . Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek , demokratik rejim içerisinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak, ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler , gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak , ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir .Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı ,her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte , batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak ,batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır . Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak , kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir . Küresel sermayenin , küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi ,büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme ,her geçen gün daha da artmaktadır .Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içerisinde kutlayabilmesi için ,Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti ,diğer bağımsız güçlü devletler gibi uluslar arası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir . İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir .

Türkiye Cumhuriyetini ve Türk ulusunu , 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir . Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı . Bugün gelinen noktada ise , herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir . Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılanTürk ulusu ,yanı başında enerji depoları bulunurken ,neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır . Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir . Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi gümrük birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için , günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir . 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta , yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir . Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir .Önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler , küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü yapılanmaları toplumun önüne getirebilmelidir . Böylece , devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak , Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir .Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir .

Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde ,bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslar arası dayanışma düzeni içerisine girmeleri zorunluluk kazanmaktadır . Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı , dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek , küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları , daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur . Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır . Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında ,ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır . Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden ,şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda baskılar yaparak ,her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve bazen da tehdit ederek , bu ülkelerin hukuk açısından sahip oldukları ulusal egemenlik haklarını kullanılmaz bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak , diğer ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından birisi olmuştur . Yeni bir ulus devletler işbirliğinin , her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir .

Geleceğin 23 Nisanlarında ,Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir . Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki , mümkün olamamaktadır . “Ne mutlu Türküm diyene “sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için ,Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması ,atılması gereken ilk adımdır .Küresel sermayenin siyaseti finanse etmesi , medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış ,toparlanma ve bağımsızlıkçı karşı hareketler ,bütün ulus devletlerde olduğu gibi ,Türkiye Cumhuriyetinde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir . Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak ,tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir.Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun gelecekte sürdürülebilmesi için ,ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir . Bu doğrultuda, ilk adım olarak “Ne mutlu Türküm diyene “ .

25 Aralık 2018 Salı

MERKEZİ YERELLEŞME (KÜ-YEREL DEĞİL, ME-YEREL) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 143 (25 Aralık 2018) Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır.

ANKARA KALESİ NO: 143
MERKEZİ YERELLEŞME
(KÜ-YEREL DEĞİL;
ME-YEREL)

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 25 Aralık 2018

Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır. Bu kavram küreselleşme ve yerelleşme kavramlarının birleşiminden meydana gelen birleşik yeni bir kavram olarak hem makalelerde hem de geleceğe yönelik tartışmalarda yer almakta, daha doğru dürüst ne anlama geldiği belirtilmeden geleceğin yeni dünya düzeninin oluşturulmasında kilit bir deyim olarak kullanılmaktadır. Normal olarak bütün kamuoyunun bu yeni yaklaşımı bilmesi ya da öğrenmesi gerekirken, halk kitlelerini fazlalık olarak gören neo-liberal entellektüel yaklaşım ,eski dünya düzenini yıkarken ve küresel sermayenin imparatorluğuna giden bir yolda emin adımlarla ilerlerken , bir de ortaya Kü-yerel dayatmasını çıkararak fazlasıyla kullanmakta ve kafa karışıklığına neden olarak , finans-kapitalin kapitalist diktatörlüğüne yepyeni bir yapılanma sağlamağa çaba göstermektedir . Daha doğru dürüst küreselleşmenin ne olduğu açıklanmadan , küreselleşme kökenli yeni ve uydurma kavramlar çıkartarak , anlaşılmaz teoriler geliştirmek dünya kamuoyunu sarstığı gibi beş kıtanın ülkelerine dağılmış halk kitlelerini önemli ölçüde kafa karışıklığına sürükleyerek ,kaostan yeni bir düzen çıkarma planlarını dolaylı yollardan devreye sokmaktadır . Kü-yerel kavramı bu açıdan son derece önemli ve üzerinde titizlikle durulması gereken yepyeni bir deyimdir . Bu kavram önümüzdeki dönemde , küresel dönüşümün sağlanmasında kilit anlamlarda rol oynayacak gibi görünmektedir .

Glocalization kavramı
Glocalization kavramı , başta İngilizce olmak üzere bütün lâtince kökenli batı dillerinde , küreselleşme aşamasına geçildikten sonra gündeme getirilen yeni bir kavramdır , ve kü-yerel kavramının batı dillerindeki karşılığıdır . Küreselleşmenin karşılığı olan globalizm ile yerelleşmenin batı dillerindeki tanımı olan localizaton kavramlarının bir araya getirilmesiyle glocalization diye yeni bir kavram gündeme getirilerek , küreselleşme yolu ile yerelleşme ya da yerelleşme üzerinden küreselleşme oluşumları açıklanmağa çalışılmıştır . Uluslar arası büyük sermaye kuruluşlarının öncülüğünde , gizli dünya devletinin planları doğrultusunda küresel emperyalizm bütün dünya ülkelerini sarsarak ele geçirmeğe başlayınca , ortaya çıkan yeni durumları açıklayabilmek zorlaşmış ve işte bu aşamada glocalization ya da kü-yerelleşme gibi sonradan olma uydurma yeni kavramlar oluşturma yoluna gidilmiştir .Dünya ülkelerine zorla küreselleşmeyi kabül ettirmeğe çalışan sermaye kuruluşları , bazı yerel yönetimler ya da sivil toplum kuruluşları aracılığı kü-yerelleşme konularında açık oturumlar ya da bilimsel toplantılar düzenleyerek kendilerine kitlesel taban yaratmanın peşinde koşmuşlardır .Çeşitli üniversitelerden devşirilen küreselci ya da neo-liberal öğretim görevlileri ile bazı bilim adamlarını ortak projelere ikna eden emperyal merkezler , küreselleşme sürecine paralel bir biçimde kü-yerelleşme projesini de kendilerine yakın gördükleri bazı yerel yönetimler ya da dışarıdan finans kaynağı sağlayarak satın aldıkları sivil toplum kuruluşları aracılığı ile kü-yerelleşmenin önünü açmağa çalışmaktadırlar . Belediye birliklerine sızarak , bazı büyük kent belediyelerini ele geçirerek , bunlar aracılığı ile toplantılar yapılmakta ve ulusal,üniter,merkezi yapıda kurulmuş olan bugünkü devlet düzenleri yıkılmağa çalışılmaktadır . Açıktan devlet yıkıcılığı , kü-yerelleşme gibi ne olduğu belirsiz ,sonradan olma tehlikeli kavramlar üzerinden yapılmağa çalışılmakta ve insanların kafaları ciddi boyutlarda karıştırılarak, para babalarının yeni dünya hegemonya düzeni kurulmağa çalışılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara
Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’nın çeyrek yüzyıllık belediye başkanı bundan birkaç sene önce , Kuvayı Milliye hareketinin merkezi olan başkentte , bu yepyeni emperyal kavramın başlığında yer aldığı bir bölgesel toplantı düzenleyerek , dünyanın merkezi coğrafyasında Kü-yerelleşme dönemini resmen başlatmıştır . Eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurulmuş olan bugünkü Orta Doğu devletlerinin bütün büyük kentlerinin belediye başkanları , Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’da bir toplantıya davet edilerek , Orta Doğu’da Kü-yerelleşme süreci başlatılmıştır .(Glocalization in Middle East ) üst başlığı altında düzenlenen bu bilimsel görünümlü toplantıya , Orta Doğu haritasında yer alan büyük kentlerin belediye başkanları katılmış ve birkaç günlük toplantı sonucunda bugün sıcak savaşların dış tahriklerle sürüp gittiği merkezi coğrafyanın geleceği kentler üzerinden konuşularak planlanmağa çalışılmıştır . Başkentler devre dışı bırakılırken ,başkentlerdeki merkezi devlet yapıları küresel emperyalizmin neo-liberal politikaları ile zaman içerisinde tasfiye edilirken , Türkiye’nin başkenti Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projeleri doğrultusunda bir Kü-yerel yapılanmanın odağı olarak devreye girmektedir . Bir anlamda , Türkiye’nin başkenti olan Ankara , sonunda Ankara’daki merkezi devleti bile ortadan kaldıracak küresel emperyalist projeye alet edilmekte , Ankara kendisini başkent olmaktan çıkaracak bölgesel bir emperyal proje uğruna Türk ulusunun var olma savaşı olan Kuvayı Milliye’den gelen ülke merkezi olma konumunu yabancı planlar uğruna kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır . Türk devleti içindeki eski kadrolar gelişmelerden habersiz bir biçimde gelişmeleri izlerken , dışarıda yetiştirilmiş neo-liberal genç kadrolar , merkezi devletten yerel devletlere geçiş sürecinde çok bilinçli ve programlı biçimlerde kullanılmaktadırlar .

Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi
Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi , kısaca yerelleşerek küreselleşme ya da küreselleşerek yerelleşme anlamında bir yaklaşımı gündeme getirmektedir . Kü-yerelciler kendi aralarında örgütlendikleri gibi , çeşitli yayınlar çıkartarak , yerel düşünerek küreselleş ya da tamamen tersi bir doğrultuda küresel düşünerek yerelleş gibi bir sloganı kendilerine ana ilke olarak benimsemişler ve bu doğrultularda , batının emperyal devletlerinden para desteği alarak , ülke içinde küresel emperyalizme paralel bir sivil insiyatifin öncüsü olmağa çalışmışlardır .Kü-yerelciler özellikle Avrupa Birliği politikalarına uygun bir çizgide çalışmalarını sürdürerek , dışarıdan gelen yabancı konuşmacıların katılımları ile ülkede yerelleşmeyi küresel emperyalizmin isteklerine uygun bir çizgide gerçekleştirmek üzere çalışmalarını yürütüp gelmişlerdir . Sivil toplum kuruluşlarının kendi ülkelerinin devletlerine karşı duran, hatta daha da ileri giderek alt kimlikçi ve bölgeci bir doğrultuda düşmanca bir tavrı benimseyen işbirlikçi yaklaşımları çerçevesinde Kü-yerel kavramı Türkiye’nin gündemine oturmuştur . Artık gelinen yeni aşamada Türkiye’nin bir çok kentinde bu doğrultuda toplantılar yapılmakta ve yerel insiyatifler oluşturulurken , ülkenin ulusal ve üniter yapısı ihmal edilerek ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin dağılmasına giden yollar dolaylı olarak açılmaktadır . Küresel emperyalizm ulus devletlere savaş açarken , bu siyasal yapıların merkezlerini hedef almakta , başkentleri devre dışı bırakacak yepyeni bir oluşum sürecini öne çıkarmaktadır . Başkentler her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilerek halkın gözünden düşürülürken , yeni yerelleşme süreçlerinin başlatıldığı yerel merkezler geleceğin kentleri ya da yerel yönetimleri olarak halk kitlelerine lanse edilmekte ve böylece merkezi devletlerden yerel devletçiklere ya da eyalet devletlerine geçişin önü açılmağa çalışılmaktadır . Bu doğrultuda geliştirilen yerelleşme süreci ulus devletleri ve bunların başkentlerini kendisine hedef seçmiş olan küresel emperyalizmin çıkarlarına çok uygun düştüğü için , yeryüzü haritasında yer alan bütün devletyapıları kökten sarsılmakta , halen var olan iki yüz ulus devlet düzeninden ,yerelleşme ya da kü-yerel atılımlar ile gündeme getirilen yeni kent merkezlerinin çevresinde oluşturulacak iki bin eyalet devleti oluşumuna doğru bir yeni açılım ,büyük sermayenin çıkarlarına uygun düşecek bir çizgide gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır.
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri...
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri ve kendilerini korumaları doğrultusunda önlemler almasına izin vermemek üzere , kü-yerel oluşumları hızlandıracak bazı uluslar arası toplantılar yapılarak resmi belgeler yayınlanmış , bu doğrultuda ulus devletlerin katılımı ile evrensel çizgide geçerli olacak protokollar imzalanmıştır . Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bunların içinde en önde gelen hukuk belgesidir . Yüzyıllar süren savaşlar döneminden sonra bir kıtasal birlik etrafında bir araya gelerek Avrupa Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği oluşumu çerçevesinde birleşmeğe çalışan Avrupa ülkelerine küresel sermaye yerel yönetimler özerklik şartını dayatmaktadır . Bugün elliye yakın devletin yer aldığı Avrupa kıtasında bir bölgesel birlik var olan devletlerin kendilerini korumaları yüzünden kurulamadığı için ,kıtasal bütünleşmenin yolu gelecekte kentler arası birliğe doğru kaydırılmağa çalışılmakta ve bunun için de Avrupa kentleri , devletlerin kurulu bulunduğu başkentlerin yönetiminden çıkartılmak istenmektedir . Orta çağ Avrupası’ nın haritası incelendiğinde beş yüz civarında kent devletinden oluştuğu görülmektedir . Kentler arası ilişkiler ile sınırlar ortadan kalktığı için , ve daha kolay ilişkiler oluşturulabildiğinden , bir bölgesel birliğe yönelen Avrupa coğrafyasındaki ulus devletler ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu devletlerin başkentlerinin ülke içindeki kentler üzerindeki hegemonyasına son verilerek tüm kentler geleceğe dönük olarak serbest bırakılmağa çalışılmaktadır . Bölgesel birlik oluşturulurken , ulusal sınırlar aşılmakta ve tüm kentler uluslar arası kurallara bağlı kılınarak , başkentlerin merkezi devlet yapılanmaları ortadan kaldırılmak istenmektedir . Böylece , ulus devletlerden önce eyalet devletlere daha sonraki aşamada da kent devletlerine yönelerek , bir Avrupa kıtasal birliğinin küresel sermayenin güdümünde oluşturulması planlanmaktadır . Yerelleşme olgusu , aynı zamanda küreselleşmenin önündeki engel olan ulusal ve merkezi devletleri ortadan kaldırdığı için ,kü-yerel bir yapılanmanın elde edilmesini sağlamaktadır .
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte ve bu doğrultudaki gelişmeler yeni demokrasi projeleri ya da demokratikleşme süreçleri ile desteklenerek , yerel yönetimler öne çıkartılmağa çalışılmaktadır .Bir anlamda demokratik ilerlemeler ile yerelleşme olguları paralel gitmekte , devletlerin merkezi yapılarının hedef alınarak tasfiye edilmelerinde bunlar beraberce kullanılmaktadır. Demokrasi kavramı ile cumhuriyet düzenleri sarsılırken , yerel yönetimler yolu ile de merkezi yönetimler devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Bugünün ulus devletlerini merkezi ve üniter yapıları ile ortaya çıkartan geçmişten gelen siyasal ve sosyal gelişmeler e bugün yer verilmemek istenmekte , bunların tamamen tersi doğrultuda sosyal olaylar uzaktan kumandalı manüple edilerek , küresel sermayenin yeni dünya düzene doğrultusunda bütün ülkeler yepyeni yapılanmalara doğru sürüklenmektedirler .İmparatorluklardan ulus devletlere giden yolda devlet merkezleri ve başkentler kutsal bir yere sahipken , bugün tamamen tersi bir doğrultuda kentler ve yerel yönetimler öne çıkartılmakta , geleceğin ideal devlet biçimi olarak yerel devletleşmeler açık bir destekleme ile gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Her türlü yerel değer önemsenerek öne çıkartılırken , merkezin temsil ettiği değerler ya da başkentlerin konumu ile ilgili oluşumlar ya da toplumsal birikimler sanki yokmuş gibi hareket edilmektedir . Kasıtlı bir yerelcilik giderek bütün dünyada küresel sermayenin desteği ile yüceltilirken , her türlü merkezi değer kötülenerek devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Tarihin ilk dönemlerinden bu yana devam edip gelen yerelleşme ve merkezileşme çekişmesinde , merkezi yapıya sahip olan ulus devletleri yıkma doğrultusunda küresel sermaye açıkca yerel yönetimlerden yana bir tutum izleyerek büyük ulus devletlerin merkezi güçlerinden kurtulmağa çalışmaktadır . Sivil toplum kuruluşları ile beraber yerel yönetimler , gelinen bu yeni aşamada küresel sermayenin taşeronları ve işbirlikçileri tarafından ulus devletlere karşı kışkırtılarak açıktan kullanılmaktadırlar . Her ikisine de batının emperyal ülkelerinden ve sermaye merkezlerinden para yardımı geldiği için , yerel yönetimler dernekler ve vakıflar ile kendi devletlerine karşı açıkça kullanılmaktadırlar . Bir anlamda devlet düşmanlığı yerelleşme ve sivil toplumculuk girişimlerinin ana uğraşısı konumuna gelmektedir .
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirir
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirdiği için , her ülke ya da bölge açısından yerinden yönetim gibi bir ilke doğal bir sonuç olarak öne çıkartılmaktadır . Yerelleşme ya da yerelcilik ansiklopedik anlam olarak merkez yokluğu anlamına gelmektedir . Belirli merkezlerden rahatsız olan yerlerde, o yerde yaşayan insan toplulukları kendi aralarında bir araya gelerek ve örgütlenip yerel yapılanmalara giderek yerel yönetimleri ortaya çıkarabilirler , Yerel yönetim bir yerin ya da bölgenin oradan yönetilmesi , başka hiçbir yere ya da merkeze bağlı olmaması anlamına gelmektedir . Yerel yönetimler ,bazen bütünüyle yerinden yönetimi ya da kısmı olarak bir yerel insiyatifin örgütlenmesini temsil etmektedirler . Merkez yokluğu ya da merkezsizlik yerel yönetimlerin doğal sonucudur . Belirli bir merkeze bağlı olmayan belirli bir yörenin insanlarının bir araya gelerek kendi kendilerini yönetme ya da yörelerini yerinden yönetim biçimi ile yönetebilme hakları doğal olarak vardır . Dünya tarihindeki önemli gelişmeler ve bu doğrultuda ortaya çıkan oluşumlar , zaman zaman büyük siyasal yapıların çöküşünü ya da dağılmasını gündeme getirdiği için , böylesine geriye dönük olumsuz gelişmeler karşısında kalan her yöre toplumunun kendi yerel yönetimini oluşturarak , kamu hizmetlerinin ve yöresel sorunlarının, yerel insiyatifler ile yönetmeleri mümkün olabilmektedir . Dünya tarihinin ortaya koymuş olduğu bu gibi gelişmeler , yeni dünya düzeni planlarına kalkışan küresel sermaye açısından da ders verici olmuş ve ,zaman içinde dağılan büyük devletlerin geriye bıraktığı kalıntılar içinden yerel yönetimlerin çıkması gerçeğini göz önünde bulunduran finans kapitalin patronları , dağılma ile zaman içinde çıkan yerel yapılanmaları önceden planlayarak bu kez normal koşullar içinde bir dağılmanın ötesinde acil koşullar çerçevesinde ulus devletleri ve merkezi büyük yapıları çözmek ve parçalayarak önceden hazırlanmış bir dağıtma operasyonunu yerelleşme süreçlerini destekleyerek gündeme getirmekte ve böylece kü-yerel bir programı uygulama alanına aktarmaktadır . Büyük imparatorluklar beş ya da altı yüz yıl yaşama şansına sahip olmalarına rağmen , uluslar arası finans kapital böylesine uzun bir zaman içinde dağılma senaryolarını beklemeden hareket etmekte ve bir an önce kendi küresel imparatorluğunu kurabilme doğrultusunda , hiç beklemeden kü-yerel projelerin yerel yönetimler üzerinden uygulanması ile acele olarak dağıtma senaryosunu gerçekleştirebilmenin arayışı içinde olmaktadır .
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram olarak ,hizmette halka yakınlık anlamına gelen subsidiarite kavramı kullanılmaktadır . Bugünün küreselleşme eğilimlerine uygun bir çizgide gelişen Avrupa Birliği gibi büyük kıtasal oluşumlarda , merkezi yönetimi devre dışı bırakmak yerelleşmeyi daha geniş boyutlarda uygulayabilmek doğrultusunda bir de hizmette halka yakınlık anlamında , yerine koyma ya da ikame etme anlamlarına da gelecek bir tarzda subsidiarite kavramı , merkezi yönetimin yerine yerel yönetimi geçirebilme amacıyla fazlasıyla kullanılmaktadır . Dışarıdan gelen baskı ve dayatmalara karşı halk kitlelerin tepki göstermesi ve tepkilerin gelişerek karşıt akımlara zemin hazırlaması gibi durumları önleyebilme doğrultusunda , bu ilke devreye sokularak , kü-yerel projelere devam edilmek istenmektedir . Avrupa kıtası ülkeler ya da devletler Avrupa’sından bölgeler ya da halklar Avrupasına doğru bir dönüşüme zorlanırken , kü-yerelleşme gene önde gelen bir çizgide uygulama alanına getirilmekte ve ,yerel hizmetlerin yerel yönetimler çatısı altında örgütlenmesiyle devlet merkezleri ya da başkentler ile ilişkiler kesilerek , yerelleşme üzerinden küreselleşmeye yönelen bir oluşum düzeni gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Hizmette halka yakınlık gibi halk kitlelerine hoş görünen cilalı kavramlar kü-yerelleşme doğrultusunda geliştirilirken ,toplumlar merkezi devletin kontrolu dışına çıkarılmakta ve bu yoldan küresel emperyalizmin dünya halklarını bütünüyle denetimi altına alabilmesinin yolları açılmak istenmektedir . Avrupa Birliği bir kıtasal oluşum ya da Avrupa Birleşik Devletleri olarak oluşturulmağa çalışılırken , ulus devletlerin direnişleri bu yollardan aşılmağa çalışılmakta , uluslar ve onların devletleri tarihin çöplüğüne doğru süpürülürken , kü-yerel projeler üzerinden hem bölgesel hem de küresel yapılanmaların önü açılmağa çalışılmaktadır . Avrupa topluluğu bu doğrultuda yönlendirilirken , tarihin bir sonucu olan uluslar ve onların ulus devletleri tasfiye olmağa mahkum edilmektedirler .
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi bulunmakta ve geleceğe dönük ulus devlet ötesi oluşumların tezgahlanmasında bu ilke ana bir kural olarak uygulanmaktadır . Yönetim sistemlerinin demokratikleşmesi görünümünde sürekli olarak yerellik ilkesi öne çıkarılmakta vatandaşların ülke yönetiminde etkisinin artırılması gerekçesi ile de merkezi yönetimin gücü ve üniter yapının bütünlüğünün yıkılmasında yerellik ilkesi haklı gösterilerek dıştan güdümlü dönüşüme devam edilmeğe çalışılmaktadır . Bütün bilgilerin merkezde toplandığı ,ülke ile ilgili tüm kararların gene merkezde alındığı ulus devlet yapıları aşılırken , daha geniş kıtasal oluşumlara yol açacak ve bunlar üzerinden de bir büyük dünya konfederasyonunu küresel sermayenin güdümünde oluşumunu gerçekleştirecek açılım ve atılımlar birbiri ardı sıra gerçekleşme aşamasına gelecektir . Hizmette halka daha yakın durma gibi bir görünümden yararlanan kü-yerelcilik ,küresel imparatorluğa yerel yönetimler üzerinden gitmeyi hedeflemekte ve bu doğrultuda en büyük engel olarak öne çıkan başkentleri devre dışı bırakarak tek merkezli bir finans kapital imparatorluğunun hazırlıklarının tamamlanmasını sağlamaktadır . Dışlanan başkentler bir araya gelmedikçe ve küresel büyük şirketler tarafından empoze edilen dıştan güdümlü kü-yerel planlara karşı bir işbirliği ya da ortak bir çalışma düzenine gitmedikçe , önceden kurgulanmış olan sistem çalışmakta ve ulus devletler düzeninden küresel şirketler egemenliği dönemine geçiş doğrultusunda hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır . Devletlerin merkezi yönetiminin kesin otoritesini silmeğe çalışan tekelci şirketler açısından yerelleşme alternatif olarak devreye girmekte ve bu doğrultuda kü-yerel projeler şirketlerin desteği ile uygulamaya getirilmektedir .Halka en yakın yönetimleri hizmetin halkla bütünleştirilmesi biçiminde gündeme getiren kü-yerel politikalar ,halk kitleleri için aldatıcı olmakta , sivil toplum kuruluşları ya da yerel yönetimler üzerinden tekelci şirketlerin kucağına sürüklenen halk kitleleri , zaman içinde vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları kendi devletlerine düşman bir hale düşürülerek , üniter devlet yapılarını bölücü bir konuma iteklenmektedirler . Küresel sermayenin güdümündeki medya organları aracılığı ile beyinleri yıkanan halk kitleleri böylesine oyunlara alet edilirken , ulusların egemenliği ya da halkların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesi doğrultusunda kurulmuş olan ulus devlet yapıları hızla bir çöküşe mahkum edilmektedirler.
Hizmetler yerelleştirilirken,
Hizmetler yerelleştirilirken, hizmete en yakın yönetim olarak lanse edilen yerel yönetimler aynı zamanda halka da en yakın yönetim biçimi olarak tanıtılmakta , halkların yerinden yönetiminde yerel yönetimlere kilit bir misyon yaratılmaktadır . Bu doğrultuda , yerel yönetimlerin özerkliği talep edilmekte ve hiçbir biçimde merkezi yönetimin müdahalesi ya da ulusal egemenlik düzeninin gerektirdiği bir biçimde ulusal insiyatifin yerel yönetimlerde etkili olmaması için özerklik başlıca kaçış yolu olarak görülmektedir . Alt kimlikçi yapılanmalar , ülkenin belirli bölgelerinde farklı etnik ya da dinsel yapılanmalara gitmek isteyen bölücü akımlar ulusal egemenliğin dışına çıkmak ve merkezi yönetimin baskısından sıyrılabilmek üzere özerkliği bir kurtuluş yolu olarak görmektedirler . Özerklik yerel yönetimlere bir hak ve hukuk statüsü olarak tanınınca ,ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin çöküşüne giden yol açılmakta ve bu doğrultuda kü-yerel açılımlar yeni küçük eyalet devletçiklerinin oluşumunu sağlayarak , büyük ulus devletlerin küçültülmesine yardımcı olmaktadır . Ayrı bir tüzel kişilik çatısı altında örgütlenen yerel yönetimler ,kü-yerel açılımlar doğrultusunda kendi kendine açılım yapabilir bir noktaya getirilebilmekte ve ayrıca dışarıdan sağlanacak maddi destekler ile , küresel yeni dünya düzeni oluşumu çizgisinde yönlendirilebilmektedirler . Özerklik statüsü bu açıdan bir güvence sağlamakta ve böylece yerel yönetimler merkezi yönetimin ya da ulus devletin kontrol alanı dışına çıkarak geleceğin eyalet devletlerinin oluşum süreçleri hızlandırılmaktadır . Her yerel adım böylece aynı zamanda ulus devletin dışına çıkılarak küreselleşmeye yönelen bir oluşumun öncüsü de olabilmektedir . Ulus devlet içinde yerelleşmek ya da merkezden kopuk bir yapılanmaya gitmek aynı zamanda tamamen tersi bir çizgide dışa açılarak aynı zamanda küreselleşmek anlamına da gelebilmektedir . Merkezi yönetimin sakıncaları ,bürokratik yapısı ile otoriter baskıları sürekli olarak gündemde tutularak ulus devletler kötülenmekte ,yerelleşme ise bu gibi tuzaklardan kaçış olarak gösterilirken yeni bir özgürleşme olarak kamuoyuna benimsetilmeğe çalışılmaktadır . Yerelleşme halk topluluklarını merkezden uzaklaştırırken sanki özgürleştiriyormuş gibi bir durum ortaya çıkarmakta ama , başkentlerden kopan bölgelerin küresel sermaye ve ona bağlı tekelci şirketlerin saldırısı ve sömürüsü altına girmesine yol açarak yeni bir emperyalizmin ve buna bağlı olarak gündeme gelen köleleştirmenin öne çıkmasına neden olmaktadır .
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması , başkentlerin güdümü dışına çıkarak uluslar arası kuruluşlar ile bağlantı içine girmesi son yıllarda fazlasıyla görülmektedir . Özellikle Uluslar arası Para Fonu ya da Dünya Bankası gibi çok büyük evrensel kuruluşlar , devletlere ya da hükümetlere kredi açmayı bir yana bırakarak kentlere ve belediyelere kredi vermeğe başlamışlardır . Bu gibi uygulamaların sonucunda bir çok geri kalmış bölge kenti ve onların belediyeleri başkentleri by-pas ederek dışa açılmışlar , büyük ekonomik kuruluşlardan ya da uluslar arası bankacılık sisteminden yüklü krediler alarak kendi yöresel sorunlarını çözmeğe çalışmışlar ama sonunda gene kendi devletlerine ve de başkentlerinin yönetimine muhtaç bir duruma düşmüşlerdir .Yöresel sorunlarının çözüm projelerine finans kaynağı sağlamak üzere yurtdışından borç para sağlayan bazı kentler , aldıkları borçları geri ödeyememişler ve zaman içerisinde kapitalist ekonomik sistemin faiz bataklığına sürüklenerek iflas bayrağını çekmek zorunda kalmışlardır . Krediler yolu ile ulus devletleri çökerten küresel kapitalist sistem benzeri uygulamaları , borç tuzağına düşürdüğü kentler ya da yerel yönetimler içinde uygulamaya devam edince bir çok yerel yönetim iflas ederek gene kendi ülkelerinin devletinin himayesine sığınmak zorunda kalmışlardır . Kü-yerel projeler yerel yönetimleri merkezden uzaklaştırırken , yeni ufuklara açılan yerel yönetimler borç bataklarında sürüklenirken okyanuslarda boğulurken gene kendi devletlerine avuç açma noktasına gelmişlerdir . Kapitalisz tuzaklar merkezi yönetimler ile beraber yerel yönetimleri de iflas noktasına itekleyince , kü-yerel projeler iflas etmiştir . İnsanlığın doğasına aykırı olan kapitalist emperyalizmin sömürgeciliği , küreselleşme ya da yerelleşme oyunları ile insanlığı yeniden köleliğe mahkum etme aşamasına getirmiştir .Etnik toplumlara devlet kurdurma projeleri ,kü-yerel politikalar ile dıştan desteklenmesine rağmen , yerel yönetimlerin güçsüz kalması ve bu yüzden kapitalist sistem içinde batma noktasına gelmesiyle etkinliğini yitirerek devre dışı kalma noktasına gelmiştir .
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri aşamasında gündeme getirilmiş olan kü-yerelleşme , İMF ve Dünya Bankasın’dan borç alarak başkentlere savaş açan yerel yönetimlerin iflas etmesi üzerine artık durma noktasına gelmiştir . Merkezi devletin sahip olduğu güçlü yapılanmadan yoksun kalan yerel yönetimler dış dünyaya açılınca cılız kalmışlar ve geleceğin kent devletlerini tekelci şirketlerin desteği ile uluslara karşı oluşturma yolunda kendilerinden beklenen adımları atamamışlardır . Geçmişten gelen yerelleşme olgusu , küreselleşme aşamasında kü-yerel projelere dönüştürülmek istenmiş ama ,büyük sermayenin çıkmazları ve sorunları yüzünden bu açılım bitme noktasına gelmiştir . Büyük parasal destekler ile kentleri başkentlere karşı kışkırtma ya da geleceğin kent devletlerini oluşturma noktasında eyalet devletlerine dönüştürme girişimlerinin çoğunlukla başarısız kaldığı görülmektedir . Çeyrek yüzyıllık küreselleşme döneminde birbiri ardı sıra görülen yerel yönetim iflasları , yerel yönetimlerden yerel devletlere geçme senaryolarının gerçekçi olmadığını ve birer ütopyadan öte gitmediğini açıkça göstermiştir . Bir çok etnik kavgaya ve de cemaat çekişmesine yol açan yerelleşme süreçlerinde , toplumların iç savaşa gitmesine neden olunmuş ve ve küçük yerel yapılar arasındaki çekişmeler büyük toplum yapılarında karışıklığa ve bazen da iç savaşlara yol açmıştır . Güçlü bir merkezin ortadan kaldırılması , toplumsal alanda kaosa giden süreçlerin de başlangıcı olduğu için ,artık kü-yerel projelerden ya da uygulamalardan söz edebilmek giderek zorlaşmıştır . Küresel sermayenin taşeronu konumundaki neo-liberal kadrolar ya da kuruluşların , fanatik ulus ,devlet ya da başkent düşmanlığının ötesinde ,hiçbir işe yaramayan kü-yerelleşme artık insanlığın gündeminden düşme aşamasına gelmiştir . Bir devlet çatısı altında halkı ile bütünleşmeyen , bölücü ve parçalayıcı kü-yerel girişimlerin kamu zararına yol açtığı kesinleşince , küresel emperyalizmin dayatması olan kü-yerelleşme süreci durma noktasına gelmiştir . Aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimi ,kü-yerelleşmenin gerçek dışı olduğunu , dünyanın bugünkü koşullarına uymadığını kanıtlayınca , bütün dış çabalara ve uzaktan kumandalı manüplasyonlara rağmen, kü-yerelci bir yapılanma başarılamamıştır .
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu için zorlanan kü-yerelleşme diğer küresel politikalar gibi bitme noktasına geldiğinde , insanlık artık yerelleşmeyi yeniden düşünmek ve bugünün dünyasının koşullarına uygun bir biçimde gerçekçi bir tarzda düzenlemek durumundadır . Bir çok ülkede yerelleşme dışarıda küresel emperyalizme uygun bir yapılanma sağlayamamıştır ama , insanlığın geleceği açısından cumhuriyet devletlerinin kendi toplumlarını daha gelişmiş bir çizgide yönetebilmeleri açısından gene de demokratik bir alternatif olarak geçerliliğini korumaktadır . Bu nedenle , yerelleşme olgusu artık küresel şirketlerin ve emperyalizmin güdümünden kurtarılarak , merkezi ulus devletlerin yönlendirmesi doğrultusunda yeniden ele alınmalıdır . Böylesine yeni bir yaklaşım yeni bir kavramlaştırma yaklaşımı çerçevesinde ME-YEREL ya da MERKEZİ YERELLEŞME olarak adlandırılabilir . Geçmişten gelen bir alışkanlıkla , yerelleşme hep merkezin yokluğu anlamında adem-i merkeziyet kavramı ile açıklanmağa çalışılmış ve sürekli olarak merkeze ya da merkeziyetçiliğe karşı gibi gösterilmiştir . Bugünkü ulus devlet ya da üniter devlet modelleri incelendiği zaman, hem merkezi yönetimlerin hem de yerel yönetimlerin aynı anayasa ile yönetilen ortak bir devletin çatısı altında yer alabildikleri görülmektedir . Merkezi ve yerel yapılar ortak bir çatı altında buluşabildiğine göre , o zaman bu iki kavramı birbirine karşıt bir doğrultuda değil ama , yan yana ve birbirini tamamlayıcı bir doğrultuda ele almak mümkün olabilmektedir . Bu çerçevede ,bir devletin merkezi yapısının yanı sıra yerel yönetimler de yer alabilmeli ve merkezin kontrolü altında yerelleşme güçlendirilerek , artan nüfusun ve kamu gereksinmelerinin karşılanmasında merkez ve yerel yönetimler işbirliği sayesinde daha üst düzeylerde geliştirilebilmelidir . Yerel yönetimler başkentlere karşı ya da merkezi devlete düşmanlık içinde bir gelişmeye yönelmemeli ,ulus devletlerin merkezi ile anlaşarak MERKEZİ YERELLİK , ya da ME-YEREL ilkesi doğrultusunda geleceğe dönük gelişme programlarına yönelebilmelidir . Ancak böylece her yerel yönetim kendi ülkesinin koşullarına uygun düşen bir yeni yapılanma süreci içine girebilecek ve böylece küresel emperyalizmin sömürge batağından ulus devletlerin koruyucu şemsiyesi altında kendisini kurtarabilecektir . İflas tehlikesi olmayan yerel yönetimler , kendi ülkeleri ve de merkezi devletleri ile beraber doğal gelişim süreçlerini tamamlayarak yeni dünya düzeninde daha güvenli bir konumda var olabileceklerdir .
MERKEZİ YERELLEŞME
Şimdiye kadar merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik ayrı ayrı ele alınmış ve sanki bu iki akım birbirine düşmanmış gibi bir ortam yaratılmıştır . Bugün gelinen aşamada artık geçmişten gelen deneylerin bir bütünsellik içerisinde değerlendirilmesiyle ,daha üst düzeyde çağdaş bir kamu yönetiminin gerçekleştirilebilmesi için merkeziyetçilik ile yerelcilik ya da yerelleşme birlikte ele alınmak durumundadır .Bir devlet geleceğe dönük kendisini yenilerken , hem merkezi yapısında hem de taşrada yer alan yerel yönetimlerde yenileşmeyi bir bütünsellik içinde birbiriyle bağlantılı olarak ele almak durumundadır . Merkezde yeni yapılanmayı sağlayan idari reformlar yapılırken , yerel yönetimler de de benzeri yenilemelere gidilmelidir . Türkiye’de küresel baskılar ile gündeme getirilen kamu yönetimi reformu ile beraber yerel yönetimler reformu girişimlerinin başarısız kalmasının ana nedeni , bunların belirli bir bütünlük içerisinde ele alınmamasıdır . O zaman , sadece yerelcilik yaparak ya da yerelleşmeyi öne çıkararak ,bir idari reformun yapılamayacağı artık açıkça ortadadır .Artan nüfus dikkate alınarak yerel yönetimler güçlendirilmeli ,yerel yönetimlere kendi bölgelerindeki etkinliklerini artıracak düzeyde yeni yetkiler verilebilmelidir . Ne var ki , yerel yönetimlerin güçlendirilmesi , merkezin tasfiyesi anlamına da gelmemeli , tıpkı yerel yönetimler de olduğu gibi merkez de benzeri doğrultuda daha da güçlendirilmelidir . Böylece , ME-YEREL ilkesi doğrultusunda ,başkent’de yer alan merkezi devlet ile buna bağlı olan yerel yönetimler bir bütünsellik içerisinde güçlendirilerek ülkenin kamu yönetimi ve kamu hizmeti gereksinimleri en üst düzeyde karşılanabilmelidir. MERKEZİ YERELLEŞME , yapılacak idari reformun esası olmalı , böylece var olan ulus devletler dağılmadan , merkezi devletler kü-yerel politikalar ile çökertilmeden insanlığın beklentilerini karşılayabilecek yepyeni bir kamu örgütlenmesi , ulusal çizgide geliştirilecek idari reformlar ile başarılabilmelidir . Yerel yönetimler ile merkezi yönetim birlikteliğinden daha güçlü kamu yönetimi teknikleri ortaya çıkabilmeli ve , giderek artan nüfusun gereksinmeleri doğrultusunda daha gelişmiş yönetim biçimleri ile daha mutlu ve düzenli bir yeni dünya düzeni kurulabilmelidir .
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA!..
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA ME-YEREL POLİTİKALAR İLE BİR DÜZEN KURULMALIDIR. KAOS’tan SONRA YENİ DÜZEN İSTEYENLERE DÜNYA BIRAKILMAMALIDIR. YENİ DÜNYA DÜZENİ SAVAŞ İLE DEĞİL BARIŞ VE DAYANIŞMA İLE KURULMALIDIR. KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE ETNİK VE DİNSEL ÇATIŞMALARA İZİN VERİLMEMELİ, ME-YEREL POLİTİKALAR İLE DAYANIŞMA VE BARIŞ İÇİNDE DÖNÜŞÜM SAĞLANMALIDIR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER ÜLKEDE İŞBİRLİĞİ VE DAYANIŞMA GERÇEKLEŞTİRİLMELİ VE DÜNYA’YA BARIŞ GETİRİLMELİ, YENİ DÜNYA DÜZENİ İÇİN TÜM İNSANLIK ORTAK MÜCADELE ETMELİDİR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER TÜRLÜ ÇATIŞMA ÖNLENMELİ VE BARIŞ İÇİNDE BİR GELECEK HAZIRLANMALIDIR.

13 Aralık 2018 Perşembe

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (ANKARA KALESİ NO: 170 - Ankara,25 Nisan 2013) - Geçen Mart ayının son haftası içinde ,Tunus’un başkentinde ,dünya halklarının temsilcilerinden oluşturulan DÜNYA SOSYAL FORUMU ‘nun son kongresi yapıldı .Dünya medya ve basın organlarından geniş yer bulan bu kurultayın toplantı sonucunda tüm insanlığa seslenen bir bildiri “BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN “ başlığı altında yayınlanmıştır .

ANKARA KALESİ NO: 170  
"BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 25 Nisan 2013

Geçen Mart ayının son haftası içinde ,Tunus’un başkentinde ,dünya halklarının temsilcilerinden oluşturulan DÜNYA SOSYAL FORUMU ‘nun son kongresi yapıldı .Dünya medya ve basın organlarından geniş yer bulan bu kurultayın toplantı sonucunda tüm insanlığa seslenen bir bildiri “BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN “ başlığı altında yayınlanmıştır .Küresel sermayenin satın almış olduğu Türkiye’deki liberal ya da dinci yayın organlarının hepsinin görmezden geldiği bu önemli toplantı ve bildirinin üzerinde fazlasıyla durulması gerekirken ,kapitalist düzene teslim olmuş yayın ve yazar kadrolarının patronlardan gelen direktifler doğrultusunda hareket etmeleri yüzünden ,dünya insanlığı için yaşamsal öneme sahip olan bu halklar kurultayı görmezden gelinmiştir . Belli başlı yayın organlarında doğru dürüst yer verilmeyen , Dünya Sosyal Forumunun son kongresinde ,küresel sermaye diktatörlüğü kurmağa çalışan para babalarının oluşturdukları finans kapital boyunduruğu altında ezilmek istenen halk topluluklarının temsilcileri bir araya gelerek , uluslar arası bir dayanışma ortamında emperyalist kapitalistlere teslim olmayacaklarını ve onların insanlığa dayattığı küresel faşizmin tek yol olmadığını , halkların dayanışması yolu ile daha adil ve insancıl bir düzen kurulabileceğini ve bu doğrultuda başka bir dünyanın mümkün olduğunu evrensel bir bildiri ile ortaya koymuşlardır .

Küresel emperyalizm karşıtı olan dünya devletleri ve halklarının temsileri her yıl bir başka ülkede bir araya gelerek ,Dünya Sosyal Forumu adı altında batı merkezli dayatmalara karşı çıkarak , çeşitli saldırı ve işgal girişimlerine karşı dayanışma içinde birbirlerine yardım ederek , alternatif bir küresel dünya arayışı içine girmişlerdir . Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm işbirliği ile başlatılan Arap Baharı karışıklıklarının ilk ortaya çıktığı yer olan Tunus kentindeki büyük alanda tüm katılımcıların iştiraki ile başlayan Dünya Sosyal Forum’una ,bu yıl 127 ülkeden 30 binden fazla katılımcı geldiği için ,forum programında salon toplantıları kadar sokak yürüyüşlerine ve meydan mitinglerine de yer verilmiştir . Küreselleşme işbirlikçisi sivil toplum kuruluşlarına karşı mücadele veren bütün işçi sendikaları , her ülkenin ulusal demokratik kuruluşları ile emperyalizme karşı çıkan bütün antiemperyalist kuruluşlar “ başka bir dünya mümkün “sloganı altında bir araya gelerek bütün dünyaya seslerini duyurabilmek üzere haykırmışlar ,düzenledikleri toplantılarda aldıkları kararlar ile geleceğe dönük daha aktif bir mücadele içine girmişlerdir . Toplantıdan bir ay önce ölen Venezuella’nın antiemperyalist devlet başkanı CHAVEZ’in ruhu , sosyal forumun bütün toplantılarında antiemperyal rüzgarlar estirmiş ve kararlar bu doğrultuda emperyalizme karşıt bir çizgide alınmıştır . Arap baharının başlatılması için evinin bahçesinde batılı gizli servisler tarafından öldürülen Şükrü Belaid ile Chavez’in posterleri bütün Tunus kentine asılmış ve onların resimleri altında toplantılar dizisi tamamlanmıştır . Toplantının Tunus’ta yapılması nedeniyle Orta Doğu’da yaşanan emperyalist saldırılar ve savaş kışkırtmaları , forumda ele alınan başlıca konular olmuş ve bu bölgelerde savaş ile teröre karşı neler yapılabileceği konusunda arayışlar sürdürülmüştür . Tunus olayları sonrasında Libya,Mısır ‘dan sonra Suriye’ye sıçrayan olaylar geniş boyutlarda ele alınmış ve bu doğrultuda ABD emperyalizmi ile İsrail Siyonizmine karşı bölge halklarının ve devletlerinin neler yapabileceği enine boyuna tartışılmıştır . Bölge devletlerinin ve halklarının bir araya gelerek dışa karşı savunmacı bir dayanışmaya girmesini istemeyen küresel emperyalistler işbirlikçi ajanlarını toplantılara sokarak antiemperyalist küresel bir dayanışmanın oluşmasını önlemeğe çalışmışlardır . Ne var ki bütün bu engellemelere rağmen gene de dünya halkları başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bu doğrultuda çalışacaklarını resmen ilan etmişlerdir .

Dünya Sosyal Forumu’nun 2013 Tunus zirvesinde “Başka bir dünya mümkün “ başlığı altında yayınlanan resmi sonuç bildirgesinde şu hususlara yer verilmiştir : Dünya Sosyal Forumu ,sosyal hareketlerin ,kapitalizme,ataerkil düzene,ırkçılığa ,ayrımcı ve baskının tüm biçimlerine karşı ortak gündem ,ortak mücadele oluşturmak için insanların bütün çeşitlilikleri ile bir araya geldiği yerdir . Katılımcılar neoliberal ittifaklara müdahale etmek ve doğanın onurunu koruyan bir gelişim için çeşitli alternatifler oluşturarak Latin Amerika’da olduğu gibi ortak bir tarih inşa etmek için bir araya gelmişlerdir . Bütün kıtaların halkları olarak ,küresel sermayenin egemenliğine ,ekonomik gelişim ve siyasi istikrar yanılsamalarıyla donatılmış vaatlere karşı mücadele edilmektedir . Diktatörleri devirmek ve neoliberal sisteme meydan okumak için Magrip bölgesinde ayaklanmalarla başlayan fakat yenilenen muhafazakar güçlerin egemenlik kurmağa çalıştığı bir süreç ile karşı karşıya kalınmıştır . Bu bölgedeki ayaklanmalar kamusal yerlerin işgaliyle ilham verici bir öfkeyi dünyanın tüm kıtalarına taşımıştır .Bankaları ,ulus ötesi şirketleri,medya holdingleri,uluslar arası kuruluşları ve neoliberalizmin kirlenmişhükümetleri ile kapitalizmin derinleşen krizinin şiddetlenmesitüm dünya insanlığını olumsuz etkilemektedir . Savaşlar,askeri işgaller,serbest ticaret anlaşmaları ve neoliberal kemer sıkma politikaları ,ortak malları ve kamu hizmetlerini özelleştiren,ücretleri ve sosyal hakları kesen ,işsizliğiartıran kadının görünmeyen emeğini daha da değersizleştiren ve doğayı yok eden bir ekonomik yapıyı ifade etmektedir . Bu tür politikalar zengin kuzey ülkelerine karşı daha sert grevler ile protesto edilirken ,artan göç,mülksüzleştirme ,artan eşitsizlik ve borçlandırma gibi sonuçlarıyla daha yoğunluklu olarak Akdeniz ülkelerinde protesto edilmektedir . Bu politikalar muhafazakarlığı artırırken ,kadın bedeni ve yaşamı üzerindeki egemenlik anlayışını da pekiştirmektedir . Ayaklanmalar üzerinde artan baskıları ,sosyal hareketlerin liderlerinin suikastler yolu ile ketledilmesi ,mücadele ve taleplerin kriminalize edilmesi topluca kınanmaktadır .

Sosyal forumun bildirgesinin ikinci kısmında ise şu konulara yer verilmiştir :Kapitalizme karşı ortak mücadele kararlılığının yenilenmesi için bu toplantı yapılmakta ve ortak bir strateji izlenebilmesi için rehberlik yapılabilmesi amacıyla bu toplantı yapılmıştır . Kapitalizmin ajanları olan ulus ötesi şirketler ile küresel finans isteminin örgütleri bütün dünyayı kamu mallarını,havayı,suyu,toprağı ve yer altı zenginliklerini özelleştirerek insanlığa yaşanacak bir dünya bırakmamaktadır .Bugün halklar üzerinde saldırı ve işgallerle baskı kurmağa çalışan ekonomik ve mali baskıların yaratmış olduğu kirli borçlara karşı çıkan sosyal forum üyeleri , ABD öncülüğünde zorla dayatılan serbest ticaret anlaşmalarına karşı çıkarken dünya halklarının hareket özgürlüğünü temel alan halkların egemenliğinde kurulacak başka bir küreselleşme alternatif olarak savunulmaktadır . İklim düzeni ve doğal yaşam kapitalist sistemin aşırı üretimi yüzünden bozulmakta ,fabrikalarda yeterli düzen kurmayan uluslar arası şirketler aşırı sera gazı üretimi ile atmosferi bozmaktadırlar . Genetiği değiştirilmiş yapay gıda düzeni ile yoksul halklar tehlikeye atılmakta ,ekonomik kalkınma masallarıyla ormanlar yok edilirken , arazilere el konulmaktadır . Kadınlara karşı şiddete karşı çıkan sosyal forum üyeleri ,toplumsal mücadeleler içinde kadının yer alması gerektiğini ,kadına karşı uygulanan şiddetin önlenmesi için adımlar atılmasının zorunluluğunu ,kadını metalaştıran ve ev içinde cinsel şiddete maruz bırakan her türlü girişime karşı çıkılmaktadır . Savaşa karşı barış için ,toprakların militarize edilmesine ve işgalciliğe ,sömürgeciliğe kesinlikle karşı çıkılmakta ; Haiti,Libya,Mali ve Suriye ‘de olduğu gibi insan haklarını koruma yalanı ile sürdürülen işgaller ve sahte söylemler kınanmaktadır . Doğal kaynakları alt üst eden yabancı askeri üsler kınanırken , İsrail ve Nato saldırganlığına açıkca karşı çıkılmakta ve bu doğrultuda örgütlenerek mücadele etme özgürlüğü savunulmaktadır . Dünya toplumsal hareketlerinin gelecekte kapitalist emperyal düzeni paramparça edecek , insanlığın tam anlamıyla küresel birliğe ilerleyebilmesi için her türlü sömürüye ,ırkçı baskılara ve saldırılara karşı her türlü mücadeleyi kararlılıkla sürdüreceği dünya kamuoyuna açıklanmaktadır .

Türkiye’den bazı sendikaların katıldığı Dünya Sosyal Forumu zirve toplantısında çalışan halk kesimlerinin iş koşulları ve sorunları ile beraber , dünyadaki kadın sorunu çeşitli yönleriyle ele alınmıştır . İşçi sendikacılığının gerilemesi yüzünden öne çıkan memur sendikalarının daha güçlü bir biçimde katıldığı toplantılarda ,Türkiye’de yaşanmakta olan siyasal süreç ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz gelişmeler de ele alınarak toplantılarda tartışma konusu yapılmıştır . Özellikle ,küresel kapitalist sistemin çıkarları ve baskıları doğrultusunda sürdürülen ekonomik politikaların yaratmış olduğu yaşam sorunları üzerinde durulmuş ,ileri demokrasi görünümü altında daha geri ve ilkel adımlarla Türkiye’nin geriye doğru bir gidişe yöneldiği çeşitli toplantılarda dile getirilmiştir . Tümüyle haksızlığa ve eşitsizliğe dayanan , küresel kapitalist sistemin çalışan halk kitleleri üzerinde yarattığı olumsuzluklar açıklanırken ,Türkiye’de yaşanmakta olan olumsuz siyasal gelişmelerin ülkeyi ne gibi çıkmazlarla karşı karşıya bıraktığı anlatılmağa çalışılmıştır . Türkiye’deki emek hareketi açısından Orta Doğu perspektifleri üzerine , foruma katılan sendikalar toplu bir sunum yapmışlardır . Emek ve kadın hareketlerinin birlikte hareket ederek forumun gündemini belirlemeleri yüzünden sonuç bildirgesinde de bu çizgideki örgütlerin isteklerine öncelik verilmiştir . Özellikle az gelişmiş ülkelerde yaşayan kadınların ezilmeleri ve baskı altında kalmaları nedeniyle, yaşanmakta olan sorunlar geniş boyutlar ile dile getirilerek dünya halkları bu doğrultuda bilinçlendirilmeğe çalışılmıştır . Toplumların yarısını meydana getiren kadınların sorunlarının öncelikli bir biçimde çözüme kavuşturulmasıyla insanlığın çokt daha hızlı bir kalkınma süreci içine gireceği bu toplantıda açıkca dile getirilmiştir .

Her yıl İsviçre’nin kayak kenti Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu , uluslar arası finans kapital düzeninin çıkarları doğrultusunda küresel bir imparatorluk kurabilme peşinde koşarken aşırı zengin bir düzeye gelen tekelci firmaların patronlarının isteklerine boyun eğmekte .bir avuç azınlık olan para babalarının çıkarları doğrultusunda dünya devletlerini hedef alan işgalci ve saldırgan politikalara öncelik veren bir uygulama çizgisini kararlı bir biçimde izlemektedir . Çeyrek yüzyıl önce ,beşte bir toplumu yaratmak üzere yola çıkan küresel kapitalist sistem , aradan bu kadar yıl geçtikten sonra beşte birlik bir zengin toplum yaratacağına , en sonunda yüzde birlik bir toplum noktasına gelerek duraklamıştır . Yoksulluk,açlık ve işsizliği dünyadan kaldırmak üzere yola çıkan küreselleşme akımı , aynı zamanda orta tabakaları da zenginleştirmeyi hedefliyordu . Ayrıca alt tabakalar orta tabaka haline gelirken ,orta tabakaların içinde beşte bir toplumunun yeni zenginleri ortaya çıkacaktı . Ne var ki ,böylesine yeni dengeler arayan bir yaklaşımın en sonunda beşte birden yüzde bire inmesiyle beraber , dünya kapıtalist sitmenin merkezi olan New York kentinde açlar ve işsiz yoksul kitleler “%I’e karşı %99” hareketini başlatmak zorunda kalmışlardır . Küreselleşme akımının yeni bir dünya dengesi kuracağına ,giderek finans kapital denilen merkezi yapılanmanın güdümüne girerek çok daha büyük bir haksızlığa dayanan yeni bir tür emperyalizmi tırmandırmasıyla , %99 hareketi kendiliğinden ortaya çıkarak , aşırı zenginleşen %I’e karşı harekete geçmiştir . Dünya Sosyal Forumunun kurulmasına neden olan olaylar zinciri ile , yoksul kitlelerin umudu haline gelen %99 hareketi zamanla antiemperyalist çizgide birleşerek , batı kapitalist sisteminin aşırı saldırgan ve işgalci girişimlerine karşı büyük bir dayanışma içerisine girmişlerdir . Dünya Ekonomik Forumu üzerinden , İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile insanlığa zorla dayatılan haksız ve eşitsiz ekonomik plan ve programların dünyayı her geçen gün daha kötü bir çizgiye doğru sürüklediği görülmüştür . İşte Dünya Sosyal Forumunun ortaya çıkışını , bu büyük haksız ve adaletsiz gidişe olan tepki ile açıklamak mümkündür .

İnsanlığın büyük birikimi olan Birleşmiş Milletleri bir yana atarak yerine Dünya Ticaret Örgütünü kuran , ve bu örgüt üzerinden dünya toplumlarını yeni bir küresel ekonomiye zorlayan ,tekelci şirketlerin küresel çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı bir şirketler dünyası olarak gören küresel emperyalizmin bu çıkışlarına karşı çalışan halk kitlelerinin sendikaları öne geçerek bir sosyal dayanışma platformu arayışına girdikleri aşamada Dünya Sosyal Forumu oluşumu kendiliğinden dünyanın gündemine girmiştir . Küreselleşmenin ilk on yılı sona erdikten sonra ,ikibinli yıllar ile beraber Dünya Ticaret Örgütünün zirve toplantıları ile Dünya Ekonomik Forumunun yıllık toplantıları sosyal forumun öncüsü olan kuruluşlar tarafından yakından izlenerek ,aynı yer ve zamanda karşıt toplantılar düzenlenmeğe başlanmıştır . Karşıt toplantılar bazen açık hava mitingleri olarak meydanlarda gündeme getirilerek halk kitlelerinin katılımı da sağlanmış ve böylece dünya halklarının bir avuç azınlığın çıkar düzenine teslim olmayacağı gösterilmiştir . Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin önde gelen kentlerinden birisi olan Seatle’da 2002 yılında toplanmış olan Dünya Ticaret Örgütü zirvesi bu konuda bir dönemeç olmuş ve yoksul Amerikalıların katılarak destek verdiği karşıt toplantı ve mitingler fazlasıyla etkin olarak ses getirince ,Dünya Sosyal Forumu’nun resmen kuruluşuna giden yol açılmıştır . Bir avuç patronun para babası olarak dünyayı satın alması girişimi olarak gelişen küresel emperyalizme karşı insanlığın en büyük başkaldırısı kapitalizmin merkezi olan Amerika Birleşik Devletlerinde gündeme gelmiş ve Seattle toplantısından sonra Dünya Sosyal Forumu resmen oluşma aşamasına gelmiştir . Dünya Ticaret Örgütünün başını çektiği Dünya Ekonomik Forumunun alternatifi olarak Dünya Sosyal Forumu bu aşamadan sonra insanlığın gündemine girmiştir .

Ezenlerin Dünya Ekonomik Forumu’na karşılık olarak gündeme gelen Dünya Sosyal Forumu bir anlamda ezilenlerin toplumsal dayanışma örgütlenmesi olarak gelişmiştir . Sosyal Forumların ortaya çıkışları ,farklılıklara,özyönetim etkinliklerine ,işbirliğine ve hiyerarşi yerine yataylığa ve birlikte öğrenmeye dayanan bir siyasal kültürü yaratma gereksinmesiyle yönlendirilmeğe çalışılmıştır Ezilen halk kitlelerinin ezen konumundaki küresel emperyalizme karşı kendini koruma çizgisinde bir alternatif arayışına sahne olan sosyal forumlar bir anlamda ezilenlerin yakınlaşma ve dayanışma platformları olarak gelişme göstermiştir . Küresel emperyalizmin beşiği olan ABD’nin yanıbaşındaki güney Amerika kıtasındaki siyasal ve sosyal tepkiler zamanla siyasal alana yansımalar gösterince brezilya İşçi Partisi bu gelişmeler ile yakından ilgilenmek durumunda kalmış ve sosyal sorunları daha iyi izleyebilme doğrultusunda Sao Paulo kentinde ilk sosyal forumu örgütlemiştir . Bu kentin yanı başında yer alan Porto Allegre kenti ise çok başarılı bir biçimde uygulamış olduğu katılımcı belediyecilik uygulaması ile radikal bir dönüşüme imza atarak öne çıkınca ,bütün sosyal kuruluşlar ilk örgütlü forum toplantısında Brezilya’nın Porto Allegre kentinde 2003 yılında düzenlemişlerdir . Brezilya İşçi Partisinin öncülüğündeki bu girişime , Vatandaşlık girişimleri hareketi ,Barış ve Adalet için arayış hareketi , Vatandaşların yararına finansal hareketler topluca katılım gösterince iş büyümüş ve hızla bir alternatif uluslar arası insiyatife dönüşmüştür . Batı kapitalizminin on yıllık küreselleşme dönemi içinde bütün dünyanın gereksinmelerini karşılayabilecek yeni bir düzen kuramaması nedeniyle ortaya çıkan alternatif arayışları doğrultusunda sosyal forum çalışmaları ilerleyerek Dünya Sosyal Forumu adı altında evrensel bir örgütlenmeyi ortaya çıkarmıştır . İlk toplantıdan sonra ,Porta Allegre kenti merkez olarak kabül edilmiş ve katılımcı kuruluşların temsilcilerinden oluşan bir daimi konsey yapılanmasına gidilmiştir . Küresel emperyalizme karşı çıkan Dünya sosyal Forumu ,uzun vadeli bir plan olarak daha adil,eşitlikçi ve özgürlükçü bir yeni dünya düzeninin evrensel dayanışma yolu ile bütün dünya devletleri ve halklarının ortak katılımlarıyla yepyeni bir dünya düzeni oluşturulmasını ana amaç maddesi olarak benimsemiştir . Şirketlerin yapamadığını ,toplumsal kuruluşlar yapmak üzere yola çıkmışlardır .

Dünya Sosyal Forumu kuruluşundan hemen sonra büyük bir gelişme göstermiş , medyada geniş yer almasıyla beraber dünyanın çeşitli ülkelerinden fazlasıyla katılma talepleri gelmeğe başlamış ,çeşitli uluslar arası kuruluşlar bu forum oluşumu ile yakından ilgilenmeğe başlamışlardır . İkibinli yılların ilk üç yılında Porto Allegere kentinde yapılan Dünya Sosyal Forumu zirve toplantıları daha sonraki yıllarda Hindistan’ın Mumbai,Venezuella’nın Karakas,Mali’nin Bamako ,Pakistan’ın Karaçi,Kenya’nın Nairobi,Senegal’in Dakar ve Brezilya’nın Belem kentlerinde yapılmıştır . Forum her yıl kendi zirve toplantılarını yaptığı gibi , Dünya Ekonomik Forumu ile Dünya Ticaret Örgütünün zirve toplantılarının yapıldığı kentlerde de aynı anda karşıt zirve toplantıları düzenleyerek , gerçek anlamda bir alternatif oluşturma çizgisinde çalışmalarını kararlı bir biçimde sürdürmüştür . Bölgesel ya da küresel forum toplantıları düzenlenmesi konusunda bir ara forumun daimi konseyinde tartışma çıkmış ama d6aha sonra her iki alanda da çalışmalara devam edilmesi kararıyla çalışmalar hızlandırılmıştır . Küresel forum zirvelerinden sonra Asya,Afrika ve Avrupa gibi kıtalarda bölgesel zirve toplantıları gündeme gelmiş ve bu doğrultuda çeşitli çalışmalar yapılarak toplantılar düzenlenmiştir . Sosyal forumlar ekonomik forumları karşısına alan bir anti Davos çizgisinde düzenlenirken ,bu durumdan kurtulmak üzere daha geniş boyutlu çalışmalara yönelerek sosyal forumun çeşitlilik ve zenginlik kazanmasına dikkat edilmiştir . Daha kapsayı ve genel çizgideki çalışmalar zaman içerisinde sosyal forumun hem yapısını genişletmiş hem de etkinliğini artırmıştır .

Tekelci şirketler ekonomiyi kontrol ederek bir küresel özel alan yaratmağa çalışırken , halk kitlelerinin ayağının altından yurtları kaydırılmış , çatısı altına sığınarak hak ve özgürlüklerini elde etmeğe çalışan halk kitlelerinin üstünden devletleri alınmış böylece dünya haritası devletletsizleştirilirken , halk kitleleri de yurtsuzlaştırılarak açıkta bırakılmışlardır . Ekonomi üzerinden her şeyin özelleştirilerek tekelci şirketlere teslim edilmesi üzerine devletler kendi ekonomilerini kontrol edemez hale gelmişler halk kitleleri de açlığa ve yoksulluğa teslim edilmişlerdir . İşte böylesine büyük bir çıkmazı düzeltmek üzere yola çıkan Dünya Sosyal Forumu ,küresel bir kamusal alan oluşturmak üzere yola çıkmıştır .Dünyayı bir sermaye kıskacı içine almak isteyen neo-liberalizme karşı öne çıkan sosyal forum ,insan topluluklarını sermayenin güdümündeki ekonomik sömürüden kurtararak daha insancıl bir çizgide yeni bir toplum modeli yaratmayı hedeflemiştir . Birbirinden farklı sosyal hareketlerin aynı toplum düzeni içinde özgürce çalışabilmelerini sağlayacak koşulların yaratılmasına öncelik veren sosyal forum , böylesine bir çalışma düzeninin küresel şirketler aracılığı ile bozulmasının önlenebilmesi için de çeşitli kurallar ve politikalar geliştirmeğe çalışmıştır . Liberal emperyalizmin ve faşizmin insan topluluklarını ezmesine karşı çıkan sosyal forum , halk kitlelerinin hak ve özgürlüklerinin korunabilmesi için , devletin koruması altında geniş bir kamusal alanın yaratılmasını ve toplulukların hak ve özgürlüklerinin böylesine geniş ve sağlam bir küresel kamusal alan içerisinde koruma altına alınabilmesini gerçekleştirmek için çaba göstermiştir . Dış ilişkilerde küresel bir adalet ve barış hareketinin yürütülmesi her zaman için sosyal forumun gündeminde olmuştur . Daha adil ve eşitlikçi bir dünya arayışı içinde alternatif küreselleşme yollarının aranmasına , küreselleşmenin halk tabanına daha adil bir biçimde yansıtılabilmesi için aşağıdan gelişen bir alternatif küreselleşmenin düşünülmesi gerektiği forumun çatısı altında uzun süre tartışılan ana konulardan birisi olmuştur . Sosyal forumun yaratacağı küresel kamusal alan içinde ekonominin ve özelleştirmelerin ortaya çıkardığı bütün haksızlıkların giderilmesi ve bu doğrultuda yeni sosyal plan ve programların hazırlanmasına karar verilmiştir . Küresel emperyalizm , özelleştirmeler yolu ile kamusal alanı küçültmeğe çalışırken , Dünya Sosyal Forumu kapitalist emperyalizme meydan okuyarak yeni bir küresel kamusal alan yaratabilmenin peşinde olmuştur . On yıllık kuruluş dönemini geride bırakan sosyal forum artık daha örgütlü bir çizgide dünya sahnesine çıkarak ,üstlenmiş olduğu hakkaniyeti yerine getirme ve daha dengeli bir yeni düzen oluşturma doğrultusunda daha etkin çalışmalar yapabilecektir .

Dünya Sosyal Forumu bir yönüyle de açık alan örgütlenmesi olarak kabül edilebilir .İnsanlığı ilgilendiren her türlü sosyal çalışma ya da toplumsal hareketler ,sosyal forum çatısı altında çalışmalarını yürütebileceği gibi foruma paralel çalışmalar içine de girebilirler . Bu gibi durumlar hem bir çeşitlilik yaratmakta hem de forumun sosyal çalışmalarının etkinlik kazanmasında yararlı sonuçlar sağlayabilmektedir . Bu çerçevede Dünya Sosyal Forumunun her türlü sosyal hareketi yakından izlemesi ve bunları kendi çatısı altına alarak destekleyerek güçlendirmesi önümüzdeki dönemlerde kendiliğinden gündeme gelebilecektir . Hareketlerin hareketi anlamındaki bir sosyal forumun daha fazla etkinlik kazanabilmesi ve tüm sosyal hareketlerin en üst düzeyde yansıdığı bir büyük yapılanma içerisine girmesi önemli ölçülerde katkı sağlayabileceği gibi , küresel şirketlerin güdümündeki emperyalist küreselleşmenin yaratmış olduğu çeşitli sorunların ve gündeme getirdiği bir çok hasarın giderilerek yeniden dengelerin sağlanmasına da katkıda bulunabilecektir . Dünya Sosyal Forumu , her şeyin piyasaya teslim edildiği bir aşamada sadece piyasa yolu ile insanların bütün gereksinmelerinin karşılanamaması nedeniyle gündeme gelen boşlukların giderilmesi , yanlışların düzeltilmesi ve sorunların çözülmesi için alternatif olarak devreye girmiştir . Piyasanın dayandığı kar ve kazanç düşüncesi ,insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırırken ,sosyal forum gerçekçi sosyal politikalar aracılığı ile bunların yeniden tesi s edilebilmesine yönelik bir arayışın örgütlendiği çatı ya da merkez olmak durumundadır . Ekonominin kendi kuralları ile toplumların farklı yapılarının çatıştığı ve çekiştiği bir süreç içerisinde , insan hak ve özgürlüklerinin yeniden değerlendirilmesi söz konusu olmaktadır . Küresel kapitalizmin aşırı kar ve kazanç hedefi doğrultusunda yaratmış olduğu toplumsal tahribatın onarılması misyonu kendiliğinden sosyal forumun omuzları üzerine yıkılmıştır .

Dünya Sosyal Forumu , Porto Allegre’de oluşumunu tamamladıktan sonra bazı temel ilkeleri benimseyerek geleceğe dönük çalışmalarını yürütmek üzere örgütlenmiştir . Dünya Sosyal Forumu neoliberalizme,küresel sermayenin dünya imparatorluğuna açıkça karşı çıkan bir yapılanma ile geleceğe dönük olarak insan toplumlarının daha adil bir biçimde küresel toplumun yeniden inşasını üstlenmiştir . Başka bir dünyanın her zaman için mümkün olduğu inancı ile hareket eden sosyal forum ,her aşamada alternatif bir küreselleşmenin arayışı içinde olmuştur . Forum için gündeme getirilen önerilen alternatifler ,büyük uluslar arası şirketler ve onlara hizmet eden uluslar arası kurumlar tarafından ,ulus devletlerin devreye sokulmasıyla sürdürülen haksız küreselleşmeye karşı bir duruşu ortaya koymuştur . Çeşitli alternatifler dayanışma içinde farklı bir alternatif küreselleşmenin devreye girebilmesi için düşünülmüştür . Ortaya konan dayanışmanın küreselleşmesi için uluslar arası demokratik sistem ve kurumlar üzerinden yepyeni bir yapılanma arayışı gündeme getirilmiştir . DSF bütün dünya ülkelerinden çeşitli toplumsal kuruluşları çatısı altında bir araya getirerek hepsinin birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlamış ama bütün dünylada yaygın bir sivil toplum oluşumuna kalkışmamıştır . Forum toplantılarında hiçbir sosyal kuruluş kendi taleplerini forum kararı biçiminde yansıtma hakkına sahip kılınmamıştır .Forum toplantılarına katılan her kuruluş kendi görüşlerini taleplerini özgürce dile getirmiş ama kendi istekleriyle forumu resmen bağlayamamıştır . Forum çatısı altında bir anlamda dünya arenası oluşturulmuş ve bu kamusal alan içerisinde her topluma ve her kuruma olabildiğince eşit ve adil bir biçimde söz hakkı verilmeğe çalışılmıştır . Forum katılımcıları bu kurallara uyarak söz haklarını toplantılarda kullanabilmişlerdir .

Dünya Sosyal Forumu hiç bir baskı ,sansür ya da yönlendirme yapmadan , elindeki bütün olanakları kullanarak katılımcıların düşünce ve önerilerinin bütün forum çevresine en geniş düzeyde dağılımını sağlamaktadır . Çeşitlilik ve çoğulculuk forumun çalışma ilkeleri arasında yer almakta ve böylece Dünya Sosyal Forumu olabildiğince en geniş düzeyde bir katılımı sağlayarak daha geniş kesimlere ulaşabilme şansını elde edebilmektedir . Alternatif daha adil bir düzen kurulması doğrultusunda çalışmalarını yönlendiren forum hiçbir zaman merkezi bir otorite olarak davranmamış ,ekonomik forumun katı merkeziyetçiliğinden uzak durarak hak ve adaleti gerçekleştirmeğe öncelik vermiştir . Forum hiçbir biçimde siyasal partilerin siyasetlerine yakın durmamış ama sivil toplumu temsil eden bütün sosyal kuruluşlara olabildiğince yakın olabilmenin yollarını aramıştır . Merkezci olmadan yerel yönetimler ile ilişkilere giren sosyal forum , ekonomi alanındaki emperyal saldırganlığa karşı toplumsal yaraların sarılabilmesini araştırmıştır . İnsanlar arasında hiçbir biçimde ayırıma gitmeyen ,her türlü ayırımcılığı red eden ,her türlü şiddet ve baskıya karşı çıkan bir yaklaşım ile Dünya Sosyal Forumu tüm etnik kimlikler,halklar,cinsiyetler ,dinler ve inançlar arasında her türlü ayırıma karşı çıkarken ,üstünlük ya da hegemonya girişimlerini önlemeğe çaba göstermiştir . Bütün toplantılarda katılımcıların itiraz edebileceği türden hiçbir güç odağına öncelik verilmez ve böylece toplantılara katılan her kesim ve kuruluş arasında eşit bir çizgi çizilmeğe çalışılmaktadır . Haksızlığa karşı direnen tüm toplum kesimleri eşit koşullarda bir araya getirilirken , aralarında diyaloglar kurularak bunların daha güçlü bir biçimde hedeflerine ulaşabilmelerinin arayışları sürekli olarak gündemde tutulmaktadır .

Küresel kapitalizmin serbest piyasa hegemonyasına tepki olarak ortaya çıkmış olan Dünya Sosyal Forumu aslında , sermaye saldırılarına karşı bir meydan okuma örgütlenmesidir . Tek tek patronlar karşısında zayıf kalan insanların topluca bir araya gelerek örgütlü bir biçimde karşı koyuşlarının yeni çatısı olarak Dünya Sosyal Forumu siyaset sahnesindeki yerini almaktadır . Sermaye ye topluca meydan okuma şansını uluslar arası düzeyde ele geçiren halk kitleleri ve sosyal kuruluşlar ,Dünya Sosyal Forumunun getirmiş olduğu küresel kamusal alanı ,özelleştirmecilere karşı en üst düzeyde kullanabilme şansını elde etmişlerdir . DSF yeni bir dünya düzeni oluşum süreci olarak ,bütün toplumsal hareketlerin ve örgütlenmelerin içinde yer alabileceği , bir küresel şemsiye olarak günümüzde hem Dünya Ticaret Örgütüne hem Dünya Ekonomik Forumuna , hem de gizli dünya devletinin icra organları olan üçlü komisyon ile dış ilişkiler komitesinin girişimlerine karşı çıkma ve meydan okuma yeridir . Bir avuç patronun çıkarları için küresel bir hegemonya peşinde koşan kapitalist emperyalizmin karşısında dünya halklarının ve devletlerinin yeni karşı çıkma adresi olarak Dünya Sosyal Forumu gerçeklik kazanmaktadır . Kış tatilinde kayak yapmak için Davos’a gelen bir avuç zenginin çıkarları doğrultusundaki isteklerini , evrensel karara dönüştüren Dünya Ekonomik Forumunun artık önünde koskocaman bir Dünya Sosyal Forumu yer almaktadır . Yüzde birlik bir azınlığın çıkarları uğrunda haksız ve eşitsiz bir yeni dünya düzeni kurabilmenin mümkün olmadığı aradan geçen çeyrek asırlık bir zaman diliminde kesinlik kazanmıştır . Sıra şimdi nelerin olamayacağı belli olduktan sonra nelerin olabileceğinin belirlenmesi aşamasına gelmiştir . Dünya Ekonomik Forumunun kuramadığı yeni dünya düzenini daha adil ve daha eşitlikçi bir doğrultuda Dünya Sosyal Forumu kuracaktır .. Dünya bir avuç zengin azınlığın çıkarcı dayatmalarına mahkum değildir .Dünya Sosyal Forumunun açıkça ortaya koyduğu gibi başka bir dünya mümkündür ve bu dünya halkları ile devletlerinin dayanışması yolu ile kurulabilecektir . Ulus devletler ve halk kitlelerinin bu doğrultuda yeni bir dayanışma içerisine girmesiyle beraber , alternatif küreselleşme akımı gerçeklik kazanacak ve böylece başka bir dünyanın mümkün olduğu görülecektir .

23 Kasım 2018 Cuma

ANKARA KALESİ.157 "BATI ASYA BİRLİĞİ YANLIŞTIR" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 21 Kasım 2012) - Soğuk savaş sonrasında , başlayan küreselleşme sürecinin giderek bir süper batı emperyalizmine dönüşmesi üzerine gelinen yeni aşamada bir genel durum değerlendirilmesi gerekmektedir .


ANKARA KALESİ.157  
"BATI ASYA BİRLİĞİ YANLIŞTIR" 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 21 Kasım 2012

Soğuk savaş sonrasında , başlayan küreselleşme sürecinin giderek bir süper batı emperyalizmine dönüşmesi üzerine gelinen yeni aşamada bir genel durum değerlendirilmesi gerekmektedir . Özellikle ,bu yeni dönemde beş büyük projenin iflas etmesi üzerine , nelerin olamayacağı ya da bunların yerine nelerin olabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır .Sovyetler Birliğini bir tek kurşun atmadan tasfiye etmesini bilen batı emperyalizmi , ABD’nin öncülüğünde soğuk savaş sonrasında yeni bir dünya imparatorluğuna soyunmuş ama bu doğrultuda geliştirilen beş büyük proje bir türlü gerçekleşme aşamasına gelememiştir . Bu nedenle ,sosyalist blokun dağılmasından sonra eski dünya düzeni ortadan kalkmış ama yerine bir türlü yeni bir düzen kurulamamıştır . Yıllardır sürdürülen ekonomik ve siyasal zorlamaların bir türlü sonuç vermemesi , eski dünya düzeninden gelen siyasal birikimin var olan devletler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmasıyla , batılı emperyal güçler geçmişten gelen ulus devlet yapılanmalarını devre dışı bırakarak kendi istedikleri küresel imparatorluk düzenine geçişi başaramamışlardır . Dayatmalar sonuç vermeyince , II Eylül olaylarını kendileri yaratmış ve bu yoldan mağduriyete sürüklenmiş gibi görünerek ,batının dışında kalan bölgelere saldırılmış ve böylesine bir süreçte devletlerin ve halkların direnişlerini kırmak üzere hem terör hem de savaş kullanılmıştır .Çeyrek yüzyılı bulan bir zaman dilimi içerisinde , eski düzen dağıtılırken , yeni bir dünya düzeni bir türlü kurulamamıştır .

Osmanlı imparatorluğu dünyanın merkezi büyük devleti olarak tarihe karışınca ,yirminci yüzyılda büyük devletler ve siyasal güç merkezleri evrensel rekabet düzeni içinde merkezi alana egemen olmak için mücadeleye yönelmişlerdir . Büyük Britanya İmparatorluğu geçmişten gelen bir büyük dünya devleti konumu ile Osmanlı sonrası için merkezi alana bir dörtlü konfederasyon olarak Yakın Doğu Konfederasyonu projesini devreye sokmağa çalışmış ama Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler nedeniyle böylesine bir siyasal yapılanma gerçekleştirilememiştir .Öncelikle Atatürk’ün önderliğindeki Türk ulusal kurtuluş savaşı böylesine bir hegemonik planının önünü kesmiştir .Ne var ki , ikinci dünya savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya gelmesi ve İsrail’in kurulmasıyla devreye yeni projeler girmiş , ABD Büyük Orta Doğu Projesine , İsrail ‘de ABD’nin sırtından Büyük İsrail devletini oluşturma planını uygulama alanına getirmiştir . Böylece , İngiltere ve Fransa’nın yirminci yüzyılın başlarında çizmiş olduğu Orta Doğu haritası hedef alınmış ve bu haritada yer alan bütün devletlerin sınırlarının değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçilerek geleceğe dönük yeni bir harita çizilmeğe başlanmıştır . İki kutuplu dünya döneminde Sovyetler Birliği bu girişimlere karşı çıkarak var olan bölge devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmiş , hatta daha da ileri giderek Irak ve Suriye gibi bölge devletleriyle ortak bir dayanışma ve siyasal yapılanma aşamasına gelmiştir . ABD dünyanın yeni süper gücü olarak merkezi alanda kendi baskı düzenini kurmuş , bölgenin merkezi devleti olan Türkiye’ye yerleşerek ve Türkiye üzerinden çeşitli manüplasyonlara kalkışarak Osmanlı sonrasında gündeme gelen bölgesel otorite boşluğunu doldurmağa çalışmıştır . Yirminci yüzyılın ikinci yarısı iki büyük kutupun merkezi alandaki çekişmesiyle geçmiştir . İki blok merkezdeki devletlere yerleşmek ya da kendi yanlarına çekmek yarışına kalkışınca ,bir çok sıcak olay ve çatışma birbiri ardı sıra gündeme gelmiş ve bölgede sonradan kurulmuş olan İsrail devleti komşularıyla ve diğer Müslüman devletler ile sürekli olarak çarpışmak zorunda kalmıştır . Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından sonra meydana gelen siyasal boşluk bir türlü etkili bir biçimde doldurulamadığı için güç ve blok merkezleri sürekli bir çekişmeyi sonuna kadar sürdürmüşlerdir .

Bölgede otorite boşluğu bir türlü doldurulamadığı için ,hem dış güçler hem de bölge devletleri bu doğrultuda girişimlerini artırarak kendilerinin merkezde yer aldığı bazı bölgesel projelere yönelmişler ama bölgedeki devletlerden hiç birisi tüm merkezi alana egemen olabilecek derecede güçlü olamadığından çekişmeler ve çatışmalar sürekli olarak devam etmiş ve bölgeye bir türlü barış getirilememiştir . İsrail’in kurulmasıyla başlayan yeni dönemde savaş ve terör sürekli olmuş, İsrail Lübnan’daki Bekaa vadisini terörist yetiştirme merkezi haline getirerek, buradan bütün bölge ülkelerine terörist göndermiş ve bunlar aracılığı ile de tüm Orta Doğu’yu teröre sürüklemiştir . Terörün sürekliliği bölgedeki çatışmaların zaman zaman savaşlara dönüşmesine yardımcı olmuş , sürekli savaşlar yüzünden Osmanlı sonrasında bir Orta Doğu barışı bir türlü gündeme getirilememiştir . ABD ve İsrail ikilisinin , İngiltere ile Fransa’nın işbirliği yaparak çizmiş olduğu haritayı ortadan kaldırmak istemesi yüzünden ,bölge devletlerinin sınırlarını değiştirecek doğrultuda hem etnik hem de dinsel farklılıklar sürekli olarak körüklenmiş ve bu yoldan var olan devletlerin parçalanması hedeflenerek ,yeni oluşturulacak küçük devletçiklerin eyaletler halinde yer alacağı ,bir Orta Doğu Birleşik Devletleri gibi yeni bir federal yapılanmayı kendi kontrolları altında kurmağa çalışmışlardır .ABD İstanbul merkezli bir bölgesel konfederasyonu Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda oluşturmağa çalışırken , İsrail’de Kudüs merkezli bir başka bölgesel federasyon planını gene merkezi alanda kurabilmenin çabası içine girmiştir . İngiltere ve Fransa geride kalırken , ABD ve İsrail ikilisi bölgede öne geçiyordu . Ne var ki , daha sonraki aşamada Rusya,Çin,Hindistan ve İran gibi büyük doğu devletlerinin de merkezi coğrafyada kendi hegemonya düzenlerini oluşturmağa yönelmeleri gündeme geldiğinde , ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana doğu güçlerinin girmelerini önlemeğe çalıştıkları görülmüştür . Doğulu güçler bölgeye yönelirken , ABD ve İsrail ikilisi hem terörü hem de sıcak çatışmaları körükleyerek ikinci dünya savaşı sonrasında girmiş oldukları merkezi bölgedeki üstünlüklerini korumağa çalışmışlardır .

Başta Türkiye olmak üzere merkezi bölgede yer alan devletlerin hiç birisine kendi planlarını gündeme getirme şansını tanımayan emperyalist ve Siyonist güçler ,geleceğe dönük küresel imparatorluk planları doğrultusunda baskılarını artırmışlar e bölgede kendi kontrolları dışında hiçbir siyasal oluşuma izin vermemişlerdir . Bu doğrultudaki bütün girişimleri önlemeğe çalışan ABD ve İsrail ikilisi kendi planlarını gerçekleştirme doğrultusunda kararlı ve ısrarcı olmuşlar , kendi projeleri dışında kalan tüm girişimleri devre dışı bırakabilme uğruna her türlü komploya yönelebilmişler ve yeni senaryolar ile yola devam etmeğe çalışmışlardır . Bölgenin geçmişten gelen tarihsel süreci incelendiğinde , bölge dışı devlet ya da siyasal güçlerin merkeze egemen olabilmek için girişimlerine karşılık ,merkezde yer alan devletlerinde genişleyerek bölgesel bir güç olma, ya da bölge devletlerini bir araya getirerek ,merkezi alandaki otorite boşluğunu doldurma çabalarının da gündeme gelebildiği görülmektedir . Bir anlamda ,merkezi bölge devletleri emperyal plan ya da projeler uğruna yok olmamak ya da tasfiye edilmemek için ,kendilerini koruyacak , gelecekte de onların devlet olma statülerini sürdürebilecek planları devreye sokmaları söz konusu olmaktadır . Osmanlı dönemi sonrasında bölgede kurulmuş olan her devlet önce kendisini garanti altına alabilecek politikalara öncelik vermekte, daha sonra da yeni bir yapılanma ile daha güçlü bir konuma gelebileceği stratejilere yöneldiği görülmektedir . Her devlet kendisini büyütecek programları kendi dış politikasının ana çatısı haline getirmekte ve böylece komşularıyla rekabete kalkışarak büyümenin yollarını arayabilmektedir . Orta Doğu bir anlamda büyümek isteyen devletlerin coğrafyası olarak öne çıkmakta ve bu yüzden de diğer emperyal projeler ile ciddi çatışma dönemleri savaş senaryolarıyla beraber yaşanmaktadır .

Osmanlı İmparatorluğundan sonra Sovyet blokunun da dağılması ,merkezi alanda otorite boşluğu yarattığı için ,bu boşluğun kimin tarafından doldurulacağı önem kazanmaktadır .Bu doğrultuda sürüp giden çatışmalar sonuçsuz kaldığından ve bölgede mutlak bir barışı sağlayabilecek yeni bir güç merkezi ya da otorite yönetimi kurulamadığından ,ikinci dünya savaşı sonrasında burada başlamış olan sıcak çatışmaların bugün de artarak ve başka ülkelere de yayılarak sürüp gittiği açıkça görülebilmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Atatürk bu durumu daha ikinci dünya savaşı öncesinde gördüğü için hemen İran ile işbirliğine girerek Sadabat Paktını kurmuş ,Irak ile Afganistan’ı da bu dayanışma ittifakının içine alarak , Avrasya’nın güney bölgesinde gelecekte Avrasya’daki Türk dünyasını da içine alacak bir çizgide bir yeni bir yakınlaşma dönemini bölge dışı emperyal devletlere karşı gündeme getirmiştir . O dönemde Suriye’de Fransız dominyon yönetiminin bulunması yüzünden bu ülke bölgesel birliğe girememiş, ayrıca Azerbaycan ve Gürcistan’da Sovyetler Birliği içinde yer alan Demirperde ülkeleri içinde olduğundan ,Türkiye,Irak ve İran birlikteliği ile ikinci dünya savaşı öncesinde merkezi otorite boşluğu doldurulmağa çalışılmıştır . Özellikle Sovyetler Birliğinin Azarbaycan’dan Basra körfezine inerek sıcak sulara kavuşma arzusu tüm bölge ülkelerini tehdit etmiş ,bu yüzden de Atatürk’ün bölgesel ittifak girişimi başarılı olmuştur . Tarih boyunca görülen Hazar havzası ile Orta Doğu bölgesi birlikteliğini Atatürk bölge devletleri dayanışması kurarak önlemeğe çalışmıştır . Sadabat paktı başarılı olmuş ama ikinci dünya savaşı sonrasında ABD-İsrail ikilisi bu bölgesel ittifakı devre dışı bırakmışlardır .

İkinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in güvenliği öncelikle öneme sahip olduğundan ABD,öne çıkarak , Atatürk’ün Sadabat Paktı yerine Bağdat Paktını devreye sokmuş ve bu birlik çatısı altında Türkiye,Irak ve İran’ı bir araya getirerek , Sovyetler Birliğinin merkezi alanda yayılmasını önlemeğe çaba göstermiştir . Bağdat Paktı ABD ve İsrail destekli kurulmuş ama birkaç sene sonra Sovyetler Birliği Irak’ın başkenti Bağdat’ta bir darbe düzenleyerek Bağdat Paktına son vermiştir .Bu istenmeyen durum üzerine ABD ve İsrail ikilisi , Nato’nun uzantısı konumundaki bir askeri güvenlik paktını bunun üzerine Cento adıyla merkezi dayanışma kuruluşu olarak oluşturmuştur . Cento çatısı altında Türkiye,İran ve Irak yeniden bir araya gelirken ,gelecekte batı merkezli yeni bir Orta Doğu yapılanmasının önünün açılmasını sağlıyorlardı . Soğuk savaş döneminin zor koşullarında bu ülkeler komünist olmaktan kurtuluyorlardı ama bu kez de ABD ve İsrail ikilisinin hegemonyalarına teslim olarak gelecekte bir Siyonist ve Atlantikçi emperyalizmin dümen suyundaki oluşumların içine doğru sürükleniyorlardı . Daha ulusal kurtuluş savaşı sırasında Irak ve Suriye halkında emperyalizme karşı bir ortak mücadele önerisi alan Atatürk , her iki ülkenin temsilcilerine herkesin kendi kurtuluş savaşını vermesi gerektiğini ,kurtuluştan sonra bölge ülkelerinin bir araya gelerek güçlü bir bölgesel birlik kurabileceklerini Türkiye Cumhuriyetinin gelecekteki komşularına söylüyordu .Böylece Sadabat Paktının oluşumuna giden dayanışma yolu açılıyor ve Orta Doğu’nun geleceğinde bu yörenin ülkelerinin dış güçlere karşı bir dayanışma içine girmelerinin yolu açılıyordu . Sadabat paktı bu doğrultuda birinci cihan savaşı sonrasında Atatürk’ün öncülüğünde gündeme gelirken , ikinci dünya savaşı sonrasında da bu kez ABD’nin öncülüğünde Bağdat paktı devreye giriyordu . Ne var ki , I958 yılında Rusya’nın Irak’ın başkentinde kendisine yakın askerlere yaptırdığı darbe ile Bağdat Paktı sona eriyor ,bunun yerine Cento ,Nato’nun uzantısı olarak devreye giriyordu . Böylece,batı emperyalizmi ABD-İsrail ikilisinin üstün girişimleriyle bölge ülkeleri üzerinde yeni bir baskı düzeni kuruyor ve karşı blok olan Sovyetler Birliği’nin bölgede yayılmasını durdurmak istiyordu . Ne var ki , Sovyetler Birliği Irak sonrasında Suriye’de Baas partisi aracılığı ile kendisine yakın yeni bir rejim oluşturarak bu ülkeden Kıbrıs adasına atlıyor ve bu büyük adada Akdeniz’in en güçlü komünist partisini kurarak kendisine bağımlı kılıyordu . Soğuk savaş döneminde , ABD-İsrail ikilisinin bölgeye gelerek yayılmasına karşı çıkan Sovyetler Birliği’de Atlantikçi ve Siyonist ittifakının önünü kesme doğrultusunda merkezi alanda yayılmayı hedefliyordu .

Dünya savaşlarıyla Balkanlar üzerinden Orta Doğu’ya gelen yeniden yapılanma döneminde bloklar arası çekişme yüzünden bir türlü kesin bir düzen oluşturulamıyor ve çekişmeler sürüp gidiyordu . Atatürk böylesine bir otorite boşluğu döneminde eski Osmanlı ülkelerinin sürekli savaşlara maruz kalmaması için ,Balkan bölgesinde bir Balkan Paktını , Orta Doğu bölgesinde de Sadabat Paktını bir çözüm olarak gündeme getiriyordu . Balkanlar’da Nazizim ve Faşizme merkezi alanda da komünizme karşı bölge ülkelerini koruyacak bir yeni Osmanlı barışını eski imparatorluk arazisinde geliştirmek istiyordu. Avrupa’nın yanı başında kurulmakta olan ulus devletlerin tek başına kendilerini koruyabilmeleri zorlaştığı için ,imparatorluğun yıkılmasından meydana gelen güç kaybı ile otorite boşluğunu gidermek üzere bir bölgesel ittifak ya da birlik oluşumu kendiliğinden gündeme geliyordu . Osmanlı imparatorluğunun bir merkezi büyük devlet olarak tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ,ortaya çıkan siyasal boşluğun doldurulması gerekiyordu . Böylesine bir otorite boşluğu alanı ya bölge devletlerinin bir araya gelerek güçlü bir ittifak kurmalarıyla doldurulacaktı ya da bölge dışı bir emperyal güç dışarıdan gelerek merkeze yerleşecek ve dünyanın jeopolitik merkezden yönetimini sağlayacak yepyeni bir yönetim düzeni oluşturacaktı . Birinci dünya savaşı sonrasında Büyük Britanya İmparatorluğunun soyunduğu bu misyonun tam olarak yerine getirilememesi yüzünden ,ikinci dünya savaşıyla beraber ABD-İsrail ikilisi böylesine bir misyona ikinci kez sahip çıkıyorlar ama , karşı güçlerin engellemeleri ile bölge devletlerinin kendi ulusal yapıları ile çıkarları doğrultusunda direnmeleri yüzünden istedikleri sonuçları alamıyorlardı . Ne var ki ,jeopolitik biliminin verileri doğrultusunda merkezi otorite boşluğunun doldurulması gerektiğinden ,ABD-İsrail ikilisi kendi projeleri doğrultusunda hem bölgeye asılmağa hem de bölge devletlerini dışarıdan çeşitli senaryo ve komplolar ile zorlayarak kendi istedikleri yapılanmaya yönlendirmek durumunda idiler .Bir yandan Nato diğer yandan Varşova paktı ülkeleri bloklararası çatışmalar doğrultusunda devreye sokularak , dünyanın merkezi alanı emperyal güçler tarafından ele geçirilmek isteniyordu .

Antiemperyalist bir kurtuluş savaşı ile bağımsızlığını kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ten gelen tam bağımsızlık ideali doğrultusunda yoluna devam ederken merkezi alandaki otorite boşluğunu dolduracak bir bölgesel yapılanma projesi geliştirmek zorunda idi . Ne var ki , ikinci dünya savaşı sonrasında AB-İsrail ikilisinin Nato’yu kullanarak Türkiye’yi içeriden fethetmeleri yüzünden Türkiye Cumhuriyeti kendi kendini yönetme şansını elinden kaçırıyordu . Amerikan,İsrailci ve Nato’cu kadrolar Avrupacı kadrolar ile beraber Türkiye Cumhuriyetinin hem devletini hem de toplumunu ele geçirerek tamamen batı bağımlısı yeni bir yapılanmaya doğru Atatürk’ün cumhuriyetini zorluyorlardı .Türklerin kendilerini yönetme hakkını ellerinden alan bu emperyal güçler aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti devletinin değişen koşullarda kendini yenileyerek ve güçlenerek yoluna devam edebilmesi çizgisine de bir son veriyorlardı . Soğuk savaş koşullarında bölgesel üs olarak kullandıkları Türkiye’yi ,yeni dönemde merkezi alanı ele geçirebilmelerinin merkez üssü haline getiriyorlardı . Avrupa Birliği masallarıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel yapılanması değiştiriliyor , Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerine uygun bir yapılanmaya doğru ,Türk devleti mandacı,bölücü , cemaatçı ve işbirlikçi kadrolar aracılığı ile dışarıdan gelen dayatmalar ile zorlanıyordu .Devletin kurucusu Atatürk ,emperyal güçlerin Osmanlı hinterlandını işgale yönelmelerine karşı Sadabat paktı gibi bir bölgesel yapılanmayı hedeflemesi gerekirken , Avrupa ,Amerika ve İsrail üçlüsünün bölgedeki projelerinin uygulama alanına dönüştürülüyordu . İşbirlikçi ve mandacı kadroların dışarıdan güdümlü siyaseti Türkiye’de geçerli kılmaları üzerine Türkiye iyice bağımlı bir konuma sürükleniyordu . Bu durumda batılı ülkeler Türkiye’yi eskisi gibi ciddiye almıyorlar ve bölgeye yönelik kendi politikalarının ya taşeronu ya da Truva atı konumunda kullanıyorlardı .Bütün mesele ,merkezi alanın bölge ülkelerinin elinden alınması ve batılı projelerin uygulama alanına dönüştürülmesiydi .

Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında bir bölgesel proje geliştirmesi ,dışışlerindeki batıcı kadrolar tarafından önlenirken ,siyaset sahnesindeki partilerinde işbirlikçi kadrolar tarafından yönlendirilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti geleceğin koşullarında kendisini var edecek yepyeni bir bölgesel projeden uzak tutuluyordu . Bu doğrultuda çaba gösteren bazı bilim adamları ya da yazarlar her yönden dışlanıyorlar ve bunlara çamur atılarak itibarsızlaştırılmaları sağlanıyordu . Yıllar önce söyledikleri doğru çıkan ve giderek kamuoyunda haklılık kazanan bazı uzman bilim adamları , bu doğrultuda Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyabilecek bölgesel plan ve projeler gündeme getirmeğe çalışırlarken ya üniversiteden atılıyorlar ,ya işsiz bırakılıyorlar ,ya kitaplarını basan yayınevleri satın alınarak yayın çalışmalarının önü kesiliyor ,ya televizyonların kara listelerine alınarak kamuoyuna seslenmeleri önleniyor ya da internet ve sosyal medya üzerinden geliştirilen yalan haberler ile kara çalma ve çamur atma çabaları doğrultusundaki bazı psikolojik savaş senaryolarına kurban gitmelerinin önü açılıyordu . Böylece , emperyalizm ve Siyonizm birlikteliğinin bitme ve tükenme noktasına getirdikleri Türkiye’nin geleceği için bağımsız düşünce ve proje üretebilecek kadrolar devre dışı bırakılarak ,Atatürk’ün kurmuş olduğu ulus devlete son bir öldürücü yumruk atılmağa hazırlanılıyordu . Türkiye bu kadar olumsuz bir sürece mahkum edilirken, Türk toplumunun Atatürkçü, ulusalcı,cumhuriyetçi ve antiemperyalist kadroları baskı altına alınıyor ve çeşitli gerekçeler uydurularak bunların yargı yerlerinde sürünmeleri sağlanıyordu . Türk toplumunun yetişmiş insan potansiyeli türlü çeşitli komplolar ile devre dışı bırakılırken ,Türkiye ABD,İsrail ve Avrupa plan ve projelerine mahkum ediliyordu . Türkiye Avrupa Birliğine üyelik için uğraşırken , güneyden terör yolu ile ABD ve İsrail ikilisi Türkiye’yi parçalayabilmenin arayışı içine giriyorlardı .

Soğuk savaş sonrasında Türkiye’yi bir yerlere sürüklemeğe yönelik bölgesel planlar birbiri ardı sıra gündeme gelirken , Türk toplumu tam çeyrek asır bu gibi girişimlere karşı kendisini koruyabilmenin arayışı içine girmiş ve hala Türkiye emperyal projeler doğrultusunda tam olarak teslim alınamamıştır .Emperyal projeler devre dışı kalırken , yeni aşamada bazı başka plan ve projelerin belirli kesimler tarafından gündeme getirildiği görülmüştür . Atatürkçü,tam bağımsızlıkçı ve ulusalcı kesimler Balkan ve Sadabat paktlarını yeniden gündeme getirecek ve bu iki bölgenin birleşmesiyle beraber eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerini ortak bir çatı altında bir araya getirebilecek, yeni bir Merkezi Devletler Birliği projesini yavaş yavaş dillendirmeğe başladıkları bir aşamada , bilimsel sosyalist olduğunu öne süren küçük bir sosyalist parti ,sanki devletin kurucusu Atatürk’ten gelen böylesine bir bağımsız alternatif plan yokmuş gibi davranarak ya da bu Atatürkçü alternatifi görmezden gelerek ,yepyeni bir öneriyi gündeme getirmiş ve Türkiye’nin Batı Asya Birliği adı altında oluşturulacak bir bölgesel birliğin içinde yer almasını önermiştir . Türkiye’yi bütünüyle Avrupa kıtasından ve batı dünyasından koparacak böylesine bir proje , kurucu önder Atatürk’ün öncelikle gündeme getirmiş olduğu Balkan bölgesi ile Türkiye’nin ilişkisini keseceği için kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu plana ters düşmektedir . Türkiye eğer bir bölgesel plana yönelecekse ,bu yalnızca tek bölgede olamaz , ülkenin etrafını çevreleyen diğer bölgelerin de dikkate alınması ülkenin merkezi konumu açısından zorunlu görünmektedir . Türk devletini bir Asya birliği içine almak , aynı zamanda ülkenin merkezi coğrafyadaki jeopolitik konumuna da ters düşmektedir . Bu konudaki bilimsel kitapların ortaya koyduğu üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti ,İngilizce Heartland adı verilen Kalpgahya da merkezi alının tam ortasında yer alan merkez ülkedir . Bu durum da Türkiye sadece Asya yapılanması içinde yer alamaz . Aynı zamanda Avrupa kıtasının yeni yapılanması içinde de Türkiye’nin yer alması gerekmektedir çünkü Türkiye tarihin ve coğrafyanın köprüsü olarak iki kıtayı birbirine bağlamaktadır . Türk devleti bu konumundan yararlanmak ve birleştirdiği her iki kıtanın tam ortasında yer alarak , merkezdeki güçlü ülke konumuna gelmek zorundadır ,aksi takdirde Asya ya da Avrupa merkezli bölgesel oluşumların kenarında kalan önemsiz bir ülke olmak durumuyla yetinecektir .

Atlas kitaplarında Anadolu üzerinde küçük Asya adı yazmaktadır . Bütün dünya Türkiye’yi bu konumu ile tanımaktadır . Ne var ki , Türkiye sadece Anadolu’dan ibaret olmadığı gibi ,Selçuklu zamanında İran ile , Osmanlı zamanında da Balkanlar ile birlikte yaşamıştır . Bu nedenle ,Adriyatikten Çin seddine , Balkanları,Orta Doğu’yu Orta Asya’yı gelecekte birlikte düşünme zorunluluğu bulunmaktadır . Anadolunun bir Türk devletinin çatısı altında kalabilmesi , Türkiye’nin Avrupa ve Asya arasındaki köprü konumunun iyi değerlendirilmesine bağlı bulunmaktadır . Türk devleti İran,Irak ve Azerbaycan ile bir araya gelerek sadece Asya’nın batı bölgesinde birliğe yönelmesi Türkiye’yi batıdan kopardığı gibi merkezi konumunun da ortadan kalkmasına neden olacak ve bu durumda Türkiye’nin başı daha fazla ağrıyacaktır . Türkiye uçsuz bucaksız Asya çöllerindeki hegemonya mücadelelerine doğru sürüklenirken Çin ve Rusya ile Türk dünyası üzerinden karşı karşıya gelecek ve batılıların kışkırtmalarıyla da gereksiz eyere savaşmak durumunda kalabilecektir .Türkiye’nin Asya içi hegemonya savaşlarına sürüklenmemesi için Batı Asya Birliği gibi batıdan ve merkezi coğrafyadan kopuk bir konuma yönelmemesi gerekmektedir . Batı Asya Birliği Hazar denizinin kenarında yer alan ülkelerden oluşacağı için , gelecekte Hazar havzasında meydana gelebilecek enerji ve yer altı kaynakları kavgasının tam ortasına Türkiye’yi düşürebilecektir . Hazar’da Rusya ve İran gibi iki büyük patron ülke bulunduğu sürece Türkiye’nin paylaşım kavgasından istediklerini alabilmesi çok zor görünmektedir . Türkiye ancak Batı Asya bölgesindeki yer altı kaynakları kavgasında batılı petrol ve enerji şirketlerinin taşeronu ya da Truva atı olarak kendisinin olmayan bir savaşa zorlanacaktır . Bu yüzden Batı Asya Birliği ,Türkiye’nin lehine değil aksine aleyhine bir yapılanma olarak görünmektedir .

Batı Asya Birliği halen Büyük Britanya İmparatorluğu merkezli olarak devam eden dünya devletinin geleceğe yönelik evrensel planının bir kısmını oluşturmaktadır . Bu plana göre dünya gelecekte bir konfederasyon olacaktır ve bu yapılanma on ayrı federasyonun bir araya gelmesinden ortaya çıkacaktır . Bu plana göre , Avrupa,Afrika,Kuzey Amerika ,Güney Amerika,Avustralya gelecekte kıtasal federasyonlara dönüştürülecektir . Dünyanın en büyük kıtası olan Asya’da ise bütünüyle tek bir federasyon değil ama bu koca kıta beşe bölünerek beş ayrı federasyon oluşturulacaktır . Asya kıtası , kuzey,güney,doğu,batı ve orta olarak beş ayrı bölgeye ayrılacak ve her bölgede yer alan devletler kendi bulundukları bölgenin federasyonuna dahil olarak küresel imparatorluğun içerisinde yer alacaklardır . Uluslar arası finans kapitalin öncülüğündeki kapitalist sistem küresel bir hegemonya düzenini batı merkezli olarak kurarken , doğunun bütün büyük devletlerini ve güçlerini tasfiye etmeğe yönelmektedir . Buna göre , Rusya dağılacak Kuzey Asya Birliği kurulacak , Çin dağılacak doğu Asya Birliği kurulacak,Hindistan dağılacak güney Asya birliği kurulacak , İran dağılacak batı Asya birliği kurulacaktır . Orta Asya’da parçalanmış olarak varlığını sürdüren Türk devletleri de bir araya gelerek Orta Asya federasyonunu oluşturacaklardır . Batı Asya Birliği İran’ın dağılmasıyla beraber Türkiye,Irak ve Suriye’nin de dağılmasını ve küçük küçük devletçiklerin oluşturulmasından sonra Batı Asya Birliğinin ilan edilmesi düşünülmektedir . İngiltere merkezli Büyük Britanya imparatorluğu geçmişten gelen dünya devleti yapılanmasıyla hantal ABD ile komplocu küçük devlet İsrail’i geride bırakarak ,finans kapitalin patronları ile beraber bir dünya devletine yöneldiğinde , on federasyondan oluşan bir dünya konfederasyonu hazırlanmaktadır . Bölgesel federasyonların oluşturulması sürecçinde önce 200 ulus devletten 2000 eyalet devlete geçilecek , daha sonra da bütün insanlık 5000 kent devletinde yeni bir düzene koyularak ,kentlerde gelişen küresel Pazar üzerinden bir evrensel yapılanma ortaya çıkarılacak ,5000 kent devleti bulundukları bölgede oluşan bir üst yönetim yapısı olarak federasyonlar içerisinde yer alacaktır . tek dünya devleti on ayrı bölgesel federasyondan oluşan bir konfederasyon olarak gerçekleşecek ve beş milyar insan 5000 kent devletinde yaşayarak ,dünya konfederasyonunun nüfusunu oluşturacaktır . Bugünkü dünya devleti Britanya İmparatorluğu üzerinden dünya konfederasyonuna yönelirken tüm insanlık , 5000 kent devletinde yaşayacak 5 milyar nüfus ile temsil edilecektir . Bilderberg örgütü ,Dünya Ekonomik Forumu ve Dış İlişkiler komisyon ve üçlü komite gibi küresel merkezler böylesine bir planın evrensel düzeyde gerçekleşebilmesi için çalışmaktadırlar .

Batı Asya Birliği uluslar arası finans kapitalin dünya devleti planının bir parçası olarak gündeme getirildiği için ,Türkiye açısından ulusal bir plan olamaz .Türkiye böylesine bir planın içinde yer almağa doğru yönlendirilerek küresel emperyalizmin senaryolarına alet olabilecektir . Avrupa ve Balkanlar’dan kopacak bir Türkiye merkezi konumunu da yitirdiği için İran gibi güçlü bir bölge ülkesine bağımlı hale gelecek ve İran merkezli bir Batı Asya yapılanmasının ikinci sınıf eyaleti konumuna düşürülebilecektir . Türkiye en büyük jeopolitik şansı olan merkezi konumunu kullanamadığı sürece Asya ya da Avrupa merkezli bölgesel oluşumlarda sürekli olarak kenar ya da yan ülke konumunda yer alabilecektir .Soğuk savaş döneminde Demirperde varken Türkiye’ye batılı ülkeler sürekli olarak sınır karakolu biçiminde bakmışlar ve hiçbir zaman Türkiye’nin en büyük gücü olan merkezi jeopolitiğini dikkate almamışlardır . Osmanlı İmparatorluğu bu açıdan çok dikkatli ele alınarak incelenmesi gereken bir dönemdir . ABD ve İsrail eski Osmanlı hinterlandına yönelik emperyal planlarını devreye sokarlarken Türkiye Cumhuriyetini bir merkezi devlet olarak tasfiye etmektedirler . Merkeze yerleşerek doğu-batı ekseninde tüm dünyaya egemen olabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı Asya denen yer bir yönü ile Hazar havzası diğer adıyla da Kafkasya bölgesidir . Hazar havzası ya da Kafkasya bölgesi tarihin her döneminde önemli konumlara sahip olmuşlardır . Ayrıca İran denilen ülke Turan bölgesinin güney kısmıdır . Batı Asya denildiği zaman bir İran-Turan birlikteliği de gündeme gelecek o zaman İran ile Turan bölgelerinin sahip olduğu sorunlar ya da jeopolitik dengelerin hepsi Batı Asya Birliği oluşumunda gelip kilitlenecektir . Bir anlamda içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkabileceği için, Batı Asya Birliği gibi bir bölgesel projenin gerçekleşebilmesi hayalden öteye gidemeyecektir . İran,Turan,Kafkasya ve Hazar bölgelerinin sahip oldukları ayrı konumların Batı Asya’da ortak birlikteliğe kavuşturulabilmesi jeopolitik açıdan pek de gerçekci görünmemektedir .

Afrika’da dikkate alınırsa üç kıta ortasında merkezi bir jeopolitik konuma sahip bulunan Türkiye’nin diğer iki kıtadan koparılarak sadece Asya yapılanması içerisine doğru iteklenmesi ,Türk devletinin ulusal çıkarları açısından doğru bir seçenek değildir . Büyük Britanya İmparatorluğunun devamı olarak gündeme gelen dünya konfederasyonu planının on federasyonundan birisi olarak düşünülen Batı Asya Birliği ,batı merkezli yeni hegemonya planlarının bir parçasıdır ve bu nedenle de Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından yanlıştır . Doğru olan seçenek , Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün Osmanlı hinterlandındaki otorite boşluğunu doldurmak üzere gündeme getirdiği ,Balkan ve Sadabat Paktlarının bugünün koşullarından birleştirilerek gündeme getirilmesi ve Merkezi Devletler Birliği adı altında dünyanın orta yerinde bir büyük merkezi otorite düzeninin , güçlü bir devlet yapılanmasıyla kurulmasıdır . Türkiye’nin eski Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından gelen büyük birikimi İran,Irak,Suriye , Azerbaycan ve Gürcistan ile Merkezi Devletler Birliği çatısı altında örgütlemesi öncelikli olarak gerekli görünmektedir . İkinci aşamada ise eski Osmanlı ülkeleri Balkan ülkelerinin yer alacağı bir Balkan paktının da ,Merkezi Devletler Birliğinin batı kanadını oluşturması sağlanmalıdır .Bir hrıstıyan birliği olarak gelişen Avrupa Birliğinin Balkanlar’daki 700 yıllık Türk ve Müslüman birikimine sahip çıkmadığı artık kesin olarak belli olmuştur . Eski Balkan paktı üyesi olan eski Osmanlı ülkeleri de ikinci aşamada Merkezi Devletler Birliği çatısı altında yer alarak ,dünyanın merkezindeki otorite boşluğunun doldurulmasına katkı sağlayabilirler . Batı Asya Birliği gibi Türkiye için yanlış emperyal projeler yerine , Türkiye’nin merkezinde yer alacağı Merkezi Devletler Birliği gibi dayanışma paktlarına öncelik verilmesi , Türk devletinin ulusal çıkarları açısından önem taşımaktadır . Önümüzdeki dönemde Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün yolundan giderek bu ulusal görevi yerine getirebilmelidir . .